27 Ekim 2010 Çarşamba

Petrol şirketlerini boykot mu dediniz?




“Petrol şirketleri fiyatları arttırmaya hazırlanıyor, hiç benzin almayarak araçlarımızı garaja park etmek mümkün değil. O halde sadece aşağıdaki üç şirketten benzin almayarak en azından bu şirketleri, fiyatları yükseltmemesi ve hatta indirmesi konusunda zorlayabiliriz” Özetle bunu ifade eden bir mail daha önce sanırım size de ulaşmıştır. Son günlerde aynı mail biraz daha farklı ifadelerle tekrar dolaşmaya başladı. Petrol fiyatlarını arttıran ve 1 litre benzin için dünyada en çok parayı bizim veriyor olmamızın sorumlusu ambargo uygulamamız istenen bu petrol şirketleri mi acaba?

Konuyu biraz genelden ele almaya başlamakta fayda var. Dünyada petrol fiyatlarını oluşturan en önemli etken (arz-talep klasiğinden sonra) petrol çıkarılan ülkelerdeki stabilitedir, yani bu ülkelerdeki savaş ve kargaşa durumu, ekonomik ve politik istikrarın vaziyetidir. Dünya çapında petrol fiyatlarının ilk sıçradığı dönemler 1970’lerin ortalarındaki Arap-İsrail savaşı, 1980’lerin hemen öncesi ve sonrasındaki İran Devrimi ile İran-Irak savaşıdır. Bu gelişmeler sonucu, 1973’te varili (1 varil 159 litre) yaklaşık 5 Dolar olan ham petrolün fiyatı 1983 yılına gelindiğinde yaklaşık 30 Doları gördü. 2000’li yıllarda ise petrol çıkarılan ülkelerdeki savaş ve kargaşalara Suudi Arabistan’ın petrol rezervlerinin tahmin edilenden erken biteceği gibi bir takım spekülasyonlar da eklenince 2001’de 23 Dolar olan ham petrolün varili Temmuz 2008’de İran-ABD restleşmesinin doruğa ulaşmasıyla tarihi rekorunu kırarak 147 Doları görüp nihayet bugünkü seviyesi olan 80 Dolara “geriledi”.

Petrol en çok ve en yaygın kullanılan enerji kaynaklarından biridir. Petrol fiyatlarındaki artış tüm dünyada malların ve hizmetlerin fiyatlarını da arttırır. Petrol fiyatları arttıkça, petrolle çalışan ekipmanlarca çıkarılan altının fiyatı da artar, mazotla çalışan pompalarla sulanan tarlalarda bahçelerde yetişen ürünlerin fiyatları da zamlanır, üretilen diğer ürünlerin ülke içinde yahut ülke dışındaki pazarlara nakliye masrafları da artar ve o ürünlerin fiyatları zamlanır. Kısaca, petrol fiyatlarındaki artış herkesi çok yakından ilgilendiren önemli sonuçlar doğurur.

Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nun 2010 ilk yarı sonu verilerine göre ülkemizde petrol piyasasının %81’i beş şirketin elinde. En çok pay sahibi olandan az pay sahibi olana göre sırasıyla bu şirketler Avusturya’lı Petrol Ofisi %32.8, İngiliz Shell %18, Koç Holding’in Aygaz’ının en büyük ortağı olduğu Opet %15, İngiliz BP %10 ve Fransız Total %5.1

Dünyadaki petrolün %80’i sadece 12 ülkenin rezervlerinde. (OPEC ülkeleri, Petrol İhraç Eden Ülkeler: Kuveyt, İran, Irak, S.Arabistan, Venezüella, Katar, Libya, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Nijerya, Ekvator ve Angola) Biz de diğer bir çok ülke gibi petrolü Dolar karşılığında dışarıdan satın alıyoruz. Ülkemizde akaryakıtta otomatik fiyatlamaya geçildikten sonra herkes benzin fiyatlarının dolar yükselirse ve ham petrolün varil fiyatı artarsa artacağını, bunlar düşerse de bizdeki benzin fiyatlarının da düşeceğini zannetti ama gerçekleşen durum hiç de öyle olmadı. Olmadığının en bariz göstergesi Temmuz 2008’de varili 180 TL olan ham petrol bugün 115 TL, Peki 2008’de litresi 3,45 TL olan benzin bizde neden bugün 3,75 TL? Bunun asıl sorumlusu petrol satan şirketler değil petrole konan vergidir. Bugün satın aldığımız benzinin rafineri çıkış fiyatı yani vergisiz fiyatı sadece 95 kuruştur. %268 vergi ile 3,45 TL olan 1 litre benzin yaklaşık 30 kuruşluk nakliye ve istasyon kârı ile bize 3,75 TL’ye ulaşmakta.

Dünyada ham petrol fiyatları artar artmaz yahut Dolar yükselişe geçer geçmez “otomatik fiyatlama gereği” hemen zamlanan benzin fiyatları, durum terse dönüp de Dolar ve dünyada ham petrol fiyatları düşünce pompa fiyatlarına yansımıyor. Bunun en büyük nedeni Maliye’nin düşüşlerde vergi oranlarını yükselterek pompa fiyatlarını sabitlemesi ve vergi gelirini arttırması. Kaçak benzin-mazot ticaretini arttıran bu uygulama kayıt dışı çalışanlardan alınamayan vergilerin telafisi için kayıt altındaki kişilere daha da yüklenerek alınmaya devam ediliyor. Tarım ve hayvancılıktaki hüsrandan sonra Maliye’nin de kayıt dışı ile mücadelede yıllardır pasif davranıp kayıt dışı çalışarak para kazananlardan vergi alamaması, bunu telafi etmek için kayıt altına girmiş dürüst insanlara, ücretlilere, esnafa ve kurumlara her yönden yüklendikçe yüklenmesi üzücü.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Madem Evinizi Krediyle Alacaksınız



Satın alınacak şey ne olursa olsun bunu satın almanın en kestirme ve en rahat yolunun mevcut maddi birikimle olacağına şüphe yok. Yeterli maddi güce kavuşmadan dış destekle satın alınacak her şeyin ekstra bir maliyeti külfeti olacaktır, bu dış destek aileden yahut yakın bir dosttan alınacak değilse tabi. Günümüzdeki tüketim alışkanlıkları bizleri maalesef maddi gücümüz olmasa dahi bazı harcamalara itiyor, iç sesimiz çoğumuza “kendini bundan mahrum bırakma, borçlanarak al, tüket, kullanmaya başla, akabinde bir şekilde ödersin” diye fısıldıyor.

Bir ev satın alarak ev sahibi olmak şüphesiz ev sahibi olmayan herkesin bir gün mutlaka gerçekleştirmeyi düşündüğü, bunun için çalıştığı, ulaşmak istediği tatlı bir hedeftir. Bu minvalde, yeterli birikimi olmadığı halde kendince bazı sebeplere istinaden konutunu krediyle alacaklara konut kredisi kullanımı hususunda bazı ikazlarda ve yönlendirmelerde bulunmakta fayda var.

Yazımız bir mevduat bankasından kredi yahut bir katılım bankasından fon kullanarak ev satın almayı düşünenlere, buna karar vermiş olanlara hitap ediyor. Yani yeterli birikimimiz yok ve buna rağmen dış destek olarak bu kurumlara başvurup kredi kullanmaya hazırlananlar, bunu planlayanlar. Tasarruflarımızla ev almaya hazır olmadığımız malum, peki krediyle ev almaya hazır mıyız? Bu sorunun cevabı için kendimize mini bir test yapmak durumundayız:

1-Aylık düzenli ve yeterli bir gelirimiz var mı? Düzenli bir gelirimizin olması ve bu düzenli gelirin kredi süresince (5 yıl, 10 yıl!) elde edilmesine kesin gözüyle bakabiliyor muyuz? Maaşlı çalışmıyorsak ve düzenli bir gelirimiz yok ise, kazandığımız 3 aylık paranın toplamı sürekli belli bir seviyenin üzerinde kalabiliyor mu? Aydan aya değişse de, her 3 aylık toplam kazancımızın en az 5,000 TLolması gibi.

2-Kredi geçmişimiz düzgün mü? Bankaların kredi kartı, kredi, çek ve senet kullanan kişiler hakkında istihbarat imkanı son derece geniştir. Bir bankadan alarak kullandığımız kredi kartımızın ödemelerini ne ölçüde düzenli yaptığımızı tüm bankalar görebilir. Özellikle yakın geçmişte ödenmemiş bir çek, senet, zamanında ifa edilmemiş bir kredi borcu yahut kredi kartı borcu, kredi alırken mutlaka karşımıza çıkacak ve kredi almamızı olumsuz etkileyebilecektir.

3-Belli bir miktar birikimimiz var mı? Satın almayı düşündüğümüz evin değerinin en az dörtte biri kadar birikimimiz olması gerekiyor. Zîra bankaların çok büyük bir kısmı sadece konutun değerinin dörtte üçü kadar kredi verirler. Konutun değeri kadar (%100 finansman) kredi veren bankalar var ise de bunların kredi oranları daha yüksek olmaktadır. Bu da ödemelerimizi ağırlaştıracak, bizi zorlayacaktır. %100 finansman yerine biraz daha sabırlı olup peşinatı biriktirmek her halûkarda daha mantıklı bir yaklaşımdır.

4-Paramız var ancak buna rağmen kiramızı, faturalarımızı, senetlerimizi vs zamanında ödeyebiliyor muyuz? Unutmamak gerekir ki paramızın olduğu durumda da borcun ödenmesi kadar, borcu zamanında ödeme alışkanlığı da çok ama çok önemlidir.

5-Zor zamanımızda ailemizin bize maddi yardımda bulunma durumu var mı? İşlerimizin geçici olarak bozulması, belli bir dönem işsiz kalmamız halinde bize, borçlarımızla birlikte, ellerinden geldiği kadar sahip çıkabilecek maddi imkânı ve isteği olan bir ailemizin olması, kredi kullanım aşamasında, krediye resmi kefil olmasalar dahi fırtınalı günlerde perişan olmamak için önemlidir.

Mini testimizdeki ilk iki soruya hayır demek zorundaysak zaten banka bize kredi vermeyecektir. Sonraki üç sorudan her hangi birisine hayır demek durumundaysak da evdeki bulgurdan da olmamak için krediyi kullanmadan evvel bir daha düşünmekte kesinlikle fayda var.

Kredi kullanmakta kararlı olanlara bazı önerilerde bulunmakta fayda var. Öncelikle asla sadece kredi oranları üzerinden karşılaştırma yapılmamalıdır. Kredinin gerçek maliyeti 10 yıl boyunca yapacağımız tüm ödemelerin toplamıdır. Karşılaştırmayı bu meblağ üzerinden yapmak doğru olandır. Bir konut kredisindeki masrafları dört ana başlıkta toplayabiliriz:

1. Ekspertiz Ücreti. Konuta giderek hem evi hem de tapudaki belediyedeki kayıtlarını vs inceleyecek eksper için 400 TL - 500 TL arasında bir defaya mahsus alınan ücrettir (100 metrekarelik şehir içindeki standart bir ev için)
2. Dosya Masrafı. Proje komisyonu, operasyon ve istihbarat ücreti vb isimler altında kredi tutarının yaklaşık %1 - %2’sini bir defaya mahsus ödememiz gerekecek.
3. Konut ve DASK Sigortaları. Yıllık kabaca 350 TL civarında ödeme yapmamız gerekecektir (10 yıl boyunca toplam 3 bin 500 TL ödenmiş olacak)
4. Hayat Sigortası. Aslında kanunen zorunlu değildir. Tüketicinin korunması hakkındaki kanun açıkça “bir malın satılması başka bir malın satılmasına bağlanamaz” demekteyse de bankalar müşteriyi zorlayarak hayat sigortası yaptırmadan kredi vermeyebilmekteler. Sıkı bir pazarlıkla hayat sigortası yaptırmamak 100 bin TL’lik 10 yıl vadeli konut kredisinde bize 5 bin TL ile 7 bin 500 TL arasında bir tasarruf sağlar. (Katılım Bankaları, çalışma prensipleri gereği hayat sigortası yaptırmazlar)

Tüm bu masraflar için kredinin vadesi boyunca ödeyeceğimiz tutarların toplamları üzerinden karşılaştırma yapmak en doğrusudur, sadece kredi oranına bakarak karşılaştırma kesinlikle yanıltıcıdır. En nihayetinde bunu çok kısaca örnekleyerek yazımıza son verelim.

Hayat sigortasını zorunlu tutan bir bankadan 100 bin TL, 10 yıl vadeli, aylık %0,89 oranla kullanacağınız kredi için 10 yıl boyunca tüm masraflar dahil 176 bin TL ödemiş olacaksınız.

Hayat sigortası yaptırmadan bu krediyi kullanmanıza izin veren bir bankadan ise krediyi aylık %0,95 oranla dahi kullanmış olsanız 10 yıl boyunca tüm masraflar dahil 173 bin 500 TL ödemiş olacaksınız.

Tüm bu bilgiler ışığında ev satın alma kararımızı, satın alma şeklimizi, krediyle almakta kararlıysak da en azından doğru kurumu seçmek konusundaki yöntemlerimizi yeniden gözden geçirmekte fayda var.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Kur Savaşları



1950’li yıllara kadar Dünya savaşlarının yaralarını saran ülkeler, ardından 1990’lara kadar süren bir soğuk savaş dönemine girdiler. Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasının akabinde, içinde bulunduğumuz zamandan itibaren savaşlar bundan böyle bir süre “kur savaşları” olarak devam edecek gibi görünüyor.

Kur savaşları nedir? “Ülkelerin kendi paralarının değerini, yabancı paraların değeri karşısında düşük tutmaya çalışmaları ve bu durumu başka ülkelerle rekabette avantaj sağlamaya çalışmaları” şeklinde özetleyebiliriz kur savaşlarını. (Ülkemize uyarlarsak: Dolar 1,20 TL değil 1,75 TL olsun!)

Peki, ülkeler para biriminin değeriyle oynayarak nasıl bir avantaj sağlarlar? Bir ülkenin parası ne kadar değerli ise o ülkenin diğer ülkelere mal ve hizmet satması da o kadar zor olur. Ülkemize uyarlayarak somutlaştırırsak; Türkiye’de mal imal edip bunu 150 TL’ye yurt dışına satacak firmayı düşünelim. Dolar’ın 1,50 TL olduğu durumda malın yurt dışına satış (ihraç) bedeli 100 Dolar oluyor. Ancak kurların değişmesinin sonucu bizim paramız değerlenirse-yabancı para değersizleşirse, örneğin Dolar 1,50 TL’den 1,20 TL’ye düşerse, yurtdışına o malı satacak firmanın satış fiyatı artık 100 Dolar değil 125 Dolar olacak (150 TL/1,20=125 Dolar). Kurlardaki bu değişiklik sonucu yurt dışına mal satacak firmanın malına durduk yerde %25 zam yapılmış gibi olacak ki bu durumda yurt dışından malı alacak firma büyük olasılıkla alımını iptal ederek kendine başka ülkelerin pazarlarından tedarikçi aramaya başlayacak. Hâlbuki bizim paramızın değeri düşseydi de Dolar değerlenseydi, 1,50 TL’den 1,75 TL’ye çıksaydı mesela, o malın ederi 100 Dolardan 86 Dolara düşecekti (150 TL/1,75=86 Dolar) ve satıcı ülke diğer ülkelere daha çok mal satacak bu durumdan avantaj sağlayacaktı.

Geçtiğimiz yıllardaki ağır ekonomik krizler, ülkelerin faizlerini düşürmelerine yol açtı. Zaten düşük olan faizlerini daha da düşüren gelişmiş ülkelerdeki nakit para sahipleri (sıcak para) faizlerin nispeten yüksek olduğu ülkelere paralarını götürerek o ülkelerden faiz kazanmaya başladılar. Dengeleri alt üst eden de bu sıcak paranın ülkelere girişi oldu. Aslında kur savaşlarını başlatan ülkeler olarak anılan ülkelerin yaptığı savaş değil savunma. Ülkelerine gelen ve getirdikleri yabancı paraları satarak yerli para alan fonlar yerli paraların değerini yükselttiler, tıpkı ülkemizde olduğu gibi. Milyarlarca Doları ülkemize getirerek bunu TL’ye çeviren fonlar TL talebini arttırdı, TL’ye olan yüksek talep, TL’nin değerini arttırdı ve döviz ucuzladı. 100 Dolara satacağı malı şimdi 125 Dolara ancak satabilecek duruma geldi ihracatçımız ve bu yüzden ihracat hız kesti, üretim yavaşladı. Merkez Bankamızın piyasadan Dolar toplamaya çalışarak piyasaya TL vermesinden başka biz bu duruma tedbir almazken başka ülkeler savunmaya geçtiler ve paralarının değerlenmesinin, dövizin ucuzlamasının önüne geçmeye çalışıyorlar.

Ülkemizde yaşanan ve bir süredir şahidi olduğumuz bu durum şimdilerde pek çok ülkede yaşanıyor. Kavgayı başlatan da parası değerlenen ülkelerin bu duruma müdahale etmeleri ve paralarının değerlenmesinin önüne geçmek için tedbirler alması. Bunun için ülkeye giren fonların girişini yavaşlatmak amacıyla vergi konulmaya başlanması bardağı taşıran son damla oldu ve başta Amerika bu durumu kabul etmeyeceğini açık açık ifade etti, bu ülkelerin mallarına ekstra gümrük vergisi uygulanması için kanun taslağı hazırlayarak bu ülkelere gözdağı verdi.

Gözdağı verilen ülkeler arasında biz bulunmuyoruz, zira paramızın değerini düşürerek dövizi pahalı hale getirmek gibi özel bir çabamız yok. Görünen o ki yapılacaklar, Merkez Bankamızın rezervlerini 100 milyar Dolara ulaştırmakla sınırlı kalacak. Ancak bu döviz alım ihalelerinin dahi Merkez Bankası başkanının da dediği gibi, kurları değiştirme etkisi olmayacak muhtemelen ve biz düşük döviz, değerli TL ile yola devam edeceğiz, yani bu kur savaşlarının içinde yer almayacağız.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Yeni Yabancı Bankalar Geliyor



Türk Bankacılık sektöründe faaliyet gösteren ve şube sayısı 100’ün üzerinde olan 14 mevduat bankası ve 4 katılım bankası mevcut. Mevduat bankalarının 3 tanesi Kamu Bankası (Ziraat, Halk ve Vakıf), 6 tanesi özel sermayeli banka (İş, Garanti, Ak, Yapı Kredi, TEB ve Şekerbank) 5 tanesi de yabancı sermayeli banka (Denizbank, Finansbank, ING, HSBC ve Fortis)

Geçtiğimiz yıllardaki ekonomik krizlerden sonra ülkemizi (Osmanlı’nın son zamanlarındaki güçsüz haline atıf yaparak) ikinci kez “hasta adam” ilan eden çevreler, yüksek borç rakamları ve işsizlik oranları ile sürdürülemez borçlanmalarıyla içlerindeki gerçek hastaları fark etmek zorunda kaldılar. Bizden “hasta adam” diye bahsedenlerin bazıları bugün “domuzlar” olarak adlandırılıyor. (İngilizce baş harfleri:P.I.G.S., Portekiz, İrlanda, Yunanistan ve İspanya) Gelişmiş ülkelerin bankacılık sektörlerindeki büyük oyuncular dahi 2001 krizinden ders alarak çıkan ve karlılık rekorları kıran Türk bankacılık sektörüne ve ekonomimize imrenerek bakmaya başladılar.

Şimdilerde bu çevreler ülkemizde banka kurmak için Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) kapısında yatıyorlar. Kurum’dan bankacılık lisansı elde edebilmek için randevu alan 10’un üzerinde grubun görüşmelere başlamak için sabırsızlandığı biliniyor. BDDK ise resmin artık değiştiğini, hasta adamın Türkiye değil Avrupa olduğunun farkında ve işi çok sıkı tutuyor. Yasal olarak 30 milyon TL banka kuruluşu için yeterli iken BDDK açık açık “300 milyon doları olmayan randevu dahi istemesin” açıklaması yaptı. Bu açıklamadan sonra yeterlilik sağlayan 10 civarında yabancı grup görüşmeler için sırada bekliyor.

Devlet Bakanı Ali Babacan’ın ve ardından BDDK Başkanı Tevfik Bilgin’in son zamanlardaki konuşmalarında konuyu sürekli gündeme getirmeleri bu görüşmelere başlanacağının işareti sayılabilir. 300 milyon dolar (450 milyon TL) ödenmiş sermaye, yasal zorunluluk olan 30 milyon TL ile karşılaştırıldığında ilk etapta yüksek bir talep gibi görünse dahi, işin aslının öyle olmadığı mevcut bankaların ödenmiş sermayelerine bakınca anlaşılıyor. Yukarıda saydığımız şu an faaliyetteki özel sermayeli 6 bankanın ödenmiş sermaye ortalaması 3 milyar 150 milyon TL, yabancı sermayeli 5 bankanınki 1 milyar 150 milyon TL ve 4 katılım bankasının ödenmiş sermaye ortalaması ise 700 milyon TL.

BDDK Başkanı Tevfik Bilgin’in şu kısa açıklaması durumu çok güzel özetliyor: “49 öğrencisi olan bir sınıf düşünün. (32 Mevduat Bankası, 13 Kalkınma ve Yatırım Bankası, 4 Katılım Bankası) Bu sınıf bütün olimpiyatlarda birinci olmuş. Bu sınıfa birileri girmek istiyor; biz de sınıfın ortalamasını bozmamak için, girmek isteyene ‘seviye tespit sınavı’ yapıyoruz. Sınıfın ortalamasını düşürmek istemiyoruz. Bu nedenle girmek isteyenlerden 300 milyon dolar sermaye istiyoruz. Cebine 300 milyon dolar koyan adaylara, kapı sonuna kadar açık”

1980’lerde ülkemizde faaliyete başlayan çok sayıdaki yabancı sermayeli banka bizdeki yapısal değişikliklerin gerçekleşmesini tetikledi. Öncesinde hantal bir yapıya sahip bankalar pazarlama odaklı ve teknoloji kullanımına açık kurumlar haline geldi. Peki günümüzde yabancı bankaların Türk Bankacılık Sektörüne ve banka müşterilerinin gündelik finansal hayatlarına bir katkısı beklenebilir mi? Bu soruya rahatlıkla evet demek güç. Türk bankaları, bankaların kullandığı teknolojik altyapı ve bankacılık sektörünü düzenleyen kurallar pek çok gelişmiş ülkelerin bankalarından ve bankacılık kurallarından geri değil. Öyle ki bizde yıllardır mevcut olan bazı düzenlemeleri Amerika henüz 2009 Mayıs’ında gerçekleştirdi. (Kredi kartı faizlerinin geçmişe dönük müşteri aleyhine değiştirilemeyeceği gibi)

Sektörde yer alacak yeni bankaları yakın dönemde göreceğiz. Sıkı düzenlemelerle belirlenmiş sınırlı sayıdaki ürün çeşitlendirilmesi ve teknolojik yenilikler gibi konularda bir beklenti yok ama tüketici lehine rekabette yeni bankalar yeni bir rüzgar estirebilirler.