29 Aralık 2010 Çarşamba

2011 Bütçesi


Kurumsal yapılar bir yana küçük bir aile ve hatta tek başına bir fert için dahi bütçe yönetiminin önemli bir konu olduğuna şüphe yok.
Bunu adlı adınca yapmasak da aslında hepimiz hayatımızda sürekli belli periyotlarda bütçe yaparız ve ama iyi ama kötü bu bütçeye uygun hareket etmeye çalışırız.
Mevcut durumdaki gelirlerimize ve ileriki dönemdeki gelir tahminlerimize göre giderlerimizi önem sırasına göre önceliklendiririz. Duruma göre, gelirlerimiz giderlerimizden fazla ise tasarrufa yöneliriz, aksi durumda ise borç arayışına girmek durumunda kalırız.

Söz konusu olan milyonlarca kişiden gelir elde eden ve yine milyonlarca kişiye ücret ödeyen devlet olunca durum çok daha kritik bir hal almakta.
Yeni bir yıla girmeye hazırlanırken yeni yıla ilişkin devletin bütçesi de (merkezi yönetim bütçeleri) geçtiğimiz Pazar günü TBMM’de oylanarak kabul edildi.
Yeni yıldaki bütçemizde giderlerimizin gelirlerden fazla olması artık alışıldık bir durum.
Giderlerimizin gelirlerimizden fazla olması, dolayısıyla borçlanma bizim için artık alışıldık bir durum dedik zira borçlanma geçmişimiz çok eski.
Kısaca borçlanma geçmişimize göz atmak gerekirse, bütçemizin ilk “patlak vermesi” Kırım Savaşı nedeniyle oldu ve 1854’te ilk kez devlet dış borç almak zorunda kaldı. (Fransa ve İngiltere’den)
Borcumuzu 21 yıl ancak düzenli bir şekilde ödeyebildikten sonra moratoryum ilan ettik, yani devlet olarak iflas ettiğimizi ve borçlarımızı artık ödeyemeyeceğimizi ilan ettik.
Yabancıların kurduğu Düyunu Umumiye yıllarca halktan alınan vergileri ve ülke kaynaklarını bu borçların anaparasına ve faizine kanalize etti.
Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren de bu borçlarda yapılandırılmaya gidildi ve biz 1854’te aldığımız borçların son taksidini tam 100 yıl sonra 1954’te ödeyerek o borçları kapatabildik.

“O” ilk borcu kapattık ama borçları ödemeye devam ederken Türkiye Cumhuriyeti olarak ilk borcumuzu 1930’da Amerika’dan alarak diğer yandan da sürekli borçlanmaya devam ettik, çünkü bütçemiz hep açık verdi.
2011’e geldiğimizde de değişen bir şey yok: 279 milyar TL’lik gelire karşı önümüzdeki yıl 312.5 milyar TL gider öngörülüyor.
Gelirlerimiz ve giderlerimiz arasındaki bu –bütçe açığı diye tabir edilen- 33.5 milyar TL’lik tutarı da yine iç ve dış piyasadan borçlanacağız.
Faiz harcamaları için bütçeden önümüzdeki yıl tam 47.5 milyar TL ayrıldı. 94 üniversitemize ayrılan toplam tutarın 11.5 milyar TL, Sağlık Bakanlığına ayrılan tutarın 17 milyar TL, Milli Eğitim’e ayrılan tutarın ise 34 milyar TL olduğu dikkate alınırsa faiz ödemelerine ne ölçüde devasa meblağlar ödediğimiz daha iyi anlaşılır.

Özel bütçe kapsamındaki idarelere 2011’de verilecek paralara bakıldığında ise 167 milyon TL ile “Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü” dikkat çekiyor.
Bu para ile Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, 2’si Enstitü olmak üzere sıralamada tam 72 üniversitemizden daha fazla para alıyor.

Bu noktada, kaynağının yüzde 85’i vergilerden oluşan bu bütçeden milyonlarca gencimizin geleceği için çok önemli bir görevi üstlenmiş olan ÖSYM’nin 160 milyon TL, aktif büyüklüğü 1 trilyon TL’ye giden Türk Bankacılık sistemini düzenleyen ve denetleyen yegâne kurumun ise (BDDK) 140 milyon TL pay aldığını hatırlamakta fayda var.

Bütçenin ana kalemleri önemlidir, ama alt kırılımları çok önemlidir ve o alt kalemler incelenirse çok şey anlatır…

22 Aralık 2010 Çarşamba

Tarım ve hayvancılık SOS veriyor

2009 sonu itibarıyla dünyada en çok nüfusa sahip ilk 20 ülkeden biriyiz. 72,5 milyonluk nüfusumuz bu artış hızıyla giderse muhtemelen yakın bir zamanda Mısır ve Almanya'yı geçerek dünyanın en kalabalık ilk 15 ülkesinden biri olacağız. Sanayileşmeyi geç fark edip geç aksiyon alan bir ülkeyiz. Bu eksikliğimizi yıllardan beri insan gücüne dayanan tarım ve hayvancılıktaki artılarımızla kapatmaya çalışıp kendi kendimizi avuttuk. Hızlı artan önemli bir nüfusun etkin tarım ve hayvancılık politikalarıyla gerektiği şekilde beslenmesi en öncelikli konularımızdan biri muhakkak. Ancak maalesef özellikle son 2-3 yıldır artık saklanamaz şekilde gün yüzüne çıkan çarpıklıklar endişe verici bir hal almaya başladı.

Etkin bir tarım politikamızın olmadığı sürekli belli periyotlarda nükseden bazı gıda maddeleri krizi ile uyarı vermeye devam ediyor. Her tarımsal ürün krizinde hemen yurtdışından ithalata yüklenerek savuşturduğumuz bu krizler elbette iyi günlerin habercisi değil.

Geçtiğimiz dönemlerde gördüğümüz ayçiçek yağındaki rekor fiyatlar, ithalatla düşürülebilen pirinç fiyatlarındaki anormal artışlar ve daha bu yıl mevsiminde 3-4 lirayı gören mutfağımızın temel gıda maddelerinden soğan-domates fiyatları aslında politika yapıcılara ve bizlere önemli mesajlar veriyor. Temel tarım ürünlerinde dahi etkin bir planlama ve projeksiyon yapılmadığını söylemek yanlış olmaz.

1990'da 56 milyonluk nüfuslu ülkemiz 30 milyon ton tahıl üretirken 72 milyonluk nüfusumuzla 2008'de ise 29 milyon ton tahıl üretebildik. 20 yıl önceki baklagil (fasulye, nohut, mercimek..) üretimimiz 2 milyon ton iken bugün baklagil üretimimiz artan nüfusumuza rağmen 2 milyon tondan 1 milyon tona düşmüş durumda. Nüfusu neredeyse %30 arttığı halde 20 yıl önce ürettiği kadar tahıl üretemeyen, 20 yıl öncesinin yarısı kadar nohut mercimek fasulye gibi temel tarım ürünleri üretebilen bir Türkiye hepimizi gelecek için endişelendirmeli.

Tarımdaki bu hoş olmayan tablonun yanı sıra hayvancılık konusunda da yıllardır alarm vermesine rağmen hiçbir tedbir alınmadı. Geçtiğimiz kurban bayramında yurt dışından gemilerle canlı hayvan getirilip yurdun dört bir yanına dağıtılmamış olsaydı kurban bayramında kesilecek hayvan bulmakta zorlanacaktık. Bu duruma düşmemiz sürpriz mi peki?

2000 yılında büyükbaş ve küçükbaş hayvan sayımız yaklaşık 47 milyon iken ve nüfusumuz peyderpey artarken hayvan sayısı da peyderpey sürekli düştü: hayvan sayısı son 10 yılda her yıl azala azala toplamda tam 10 milyon azaldı ve 37 milyona düştü. Son 20 yılda nüfusumuz yaklaşık %30 artarken hayvan sayımız ise %40 azaldı. Bu tabloya bakınca bugünkü duruma düşmemizden daha doğal ne olabilirdi ki? Dünyanın en pahalı benzini rekorundan sonra dünyanın en pahalı eti rekorunu da ele geçirmiş olduk.

Tarım ürünlerinde ve hayvancılıkta kriz üstüne kriz yaşamamızın bu tabloya göre hiç de sürpriz olmadığı çok açık.

Eğri oturalım, doğru konuşalım: bu duruma düşmememiz için çalışmalar yapması gereken Tarım Bakanlığı bu süreçte maalesef sınıfta kaldı. Bin hizmet binasına karşın 6 bin sosyal tesisi ve 6 bin taşıtı olan, memuru, mühendisi, işçisi vs ile 40 bin kişinin maaş aldığı ve 2011 bütçesinden tam 8,5 milyar TL pay alan bir yapıdan tarım ve hayvancılıkta daha etkin çalışmalar yapmasını beklemek hepimizin en tabii hakkı.

Hayvancılıkta ve temel tarım ürünleri üretiminde dahi dışa bağımlı olmak, gelmek isteyeceğimiz son nokta olmalı.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Borçlarımız ödedikçe artıyor!

Yıllardan beri kemer sıkıp ülke olarak iç-dış borçlarımızı ödemeye çalışıyoruz, vergi artışları, maaşların düşük tutulması vs gibi bin bir türlü sıkıntıdan sonra iç ve dış borçlanmada acaba ne durumdayız. Bunca sıkıntılı yıldan sonra iç ve dış borçlarımızı temizleyebildik mi, yahut azaltabildik mi, tünelin sonuna yaklaştık ışığı görecek miyiz?..

Ülkemizin dış borcu 3 farklı kalemin toplamından meydana geliyor, bunlar Merkez Bankası’nın borcu, özel sektörün borcu ve kamu sektörü borcu. Türkiye’nin toplam dış borcu 2002’de 130 milyar Dolar iken geçtiğimiz Ekim sonu itibariyle toplam dış borç tutarı ikiye katlanarak 266 milyar Dolar’a çıktı. Ülkemizin kamu sektörü dış borç stoku ise 2002’de 65 milyar Dolar iken bu rakam 2010 Ekim sonu itibariyle 85 milyar Dolar’a çıktı. İç borç stokumuz 2006’da 251 milyar TL iken Ekim sonu itibariyle bu tutar da 348 milyar TL’ye çıktı. İlginç bir ayrıntı, iç borcumuzun da %12’si yurt dışı yerleşiklere…

Malesef, görüldüğü üzere borçlarımızı azaltmak bir yana, hem iç borcumuz hem de dış borcumuz yıldan yıla sürekli artıyor. Sebebi tabi ki hala ödediğimiz tutardan fazla borçlanıyor oluşumuz: bu yılın ilk 10 ayında iç ve dış toplam 123 milyar TL borç ödemesi yaptık ama aynı dönemde 145 milyar TL yeni borç aldık. Bu borçlar karşılığında 2010 yılının sadece ilk 10 ayında 36 milyar TL iç borçlar için, 5 milyar TL de dış borçlar için yani toplamda sadece 10 ayda tam 41 milyar TL faiz ödedik. Yani 2003-2009 döneminde Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu ve Ulaştırma Bakanlığı’nın varımızı yoğumuzu satarak gelir yazdığı 44,3 milyar Dolar’ın yarısından fazlası bu yılın sadece 10 aylık döneminde borçlarımızın yalnızca faizine gitti…

Tablo bütünüyle karamsar değil. Buraya kadar olan kısımda biraz da bardağın boş tarafına baktık. Borçlanma ile ilgili bazı olumlu konular da var ki bunların en başında geleni Uluslar arası Para Fonu IMF’ye olan borçlarımız. 2000-2010 arası IMF’den 47,3 milyar Dolar borç almışız, aynı dönemde ise 48,6 milyar Dolar borç ödemişiz. Kalan 6,5 milyar Dolarlık borcumuzun da 2013’te sıfırlanması planlanıyor. Diğer olumlu bir gösterge Merkez Bankası net rezervleri. 2002’de 28 milyar Dolar olan net rezervler günümüzde 76 milyar Dolar’a ulaştı. Bu net rezervler dış borçlarımızın %28’ine tekabül ediyor ki bu oran da yükseliş trendinde. Önemli bir diğer gösterge de vergi gelirlerimizin yüzde kaçının faiz harcamalarına gittiği. 2002’de vergi gelirlerinin %86’sı faiz harcamalarına giderken 2009 sonu itibariyle bu oran %31’e düşmüş durumda. Olumlu olarak yorumlanabilecek son gösterge ise bir yılda ülkemizde üretilen mal ve hizmetlerin toplam değerinin 2002’de %56’sı kadar dış borç stokumuz varken bu oran 2009’da % 43,5’e inmiş.

Toparlamak gerekirse, vatandaş olarak sürekli kemer sıkıyoruz, ülke olarak sürekli borç ödüyoruz ama diğer yandan da borçlanmaya devam ettiğimiz için (üretimi arttırmaksızın borcu yeni borçlarla kapatmaya çalıştığımız için) borçlarımız sürekli artıyor. Dış borç stoku bir yana, iç borç stokunun azaltılamaması ve bu borç stokunun da dış borçlarla birlikte sürekli artması iyi bir gösterge değil; iç borçların faizi dış borçlara göre hem çok yüksek hem de vadesi kısa. Vergi gelirlerindeki artış, borçların Gayrı Safi Yurtiçi Hasılaya oranı ve IMF’ye olan borçlanma yapısı ise olumlu göstergeler olarak ön plana çıkıyor.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Ülkeler arası sıralamalarda nerelerdeyiz?


Ülkemiz 1980’li yıllara kadar iktisatçıların belli zaman dilimlerini “kapalı ekonomi” belli zaman dilimlerini “içe kapalı ekonomi” olarak sınıflandırdıkları çeşitli dönemlerden geçti. 1980’li yıllardan itibaren ise adım adım dışa dönük, dünyanın önde gelen ülkeleriyle bütünleşmiş bir ülke haline geldik. Eskiden dünyadan bihaber yaşayıp giderken etrafımızdaki perdelerin kalkmasıyla dünya ülkeleriyle kendimizi kıyaslama imkânımız doğdu, gelir düzeyimiz diğer ülkelere göre ne durumda, ortalama yaşam süresi bakımından dünyada durumumuz nedir vb gibi bir çok başlıkta yerimizi gördük. Bunun en büyük faydası elbette somut verilere dayanan bu çalışmalara göre yetersiz kaldığımız alanlarda üst sıralara çıkmak için çaba sarf etmek gerektiği bilincinin yerleşmesi. “Japonya’daki insanların ortalama yaşam süresi 82 yıl iken neden bizim ülkemizde ortalama yaşam süresi 72 yıl” sorusuna cevap aranması gibi.
Dünyadaki ülke sayısının Birleşmiş Milletler’e üye olan ülke sayısından ibaret olduğu varsayımı genellikle kabul gören bir yaklaşımdır. Buna göre biz de bu kıstasa göre 192 ülke arasında belli başlı bir iki kalemde ülkemizin sıralamalarda nerelerde olduğuna bakacağız. Bunu yaparken, ülkelerin bu verilerini en iyi organize eden ve bu alanda ilk sırada referans olarak gösterilen Dünya Bankası verilerini baz alacağız. (http://data.worldbank.org/)
Bakacağımız ilk gösterge Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH). Çok kabaca ifade etmek gerekirse GSYH, bir ülke sınırları içinde bir yılda üretilen nihai mal ve hizmetlerin parasal değeridir. İtirazlar olsa da, GSYH ne kadar büyük ise o ülkenin refah düzeyinin de o kadar iyi olduğu genel kabul görmüştür. 2009 yılı itibarıyla tüm dünyada üretilen nihai mal ve hizmetlerin toplam değeri 58 trilyon Amerikan Doları. Bunun neredeyse dörtte biri, 14 trilyon Dolar’ı tek başına Amerika Birleşik Devletleri’nin. 5’er trilyon Dolar ile Japonya ve Çin, 3.5 trilyon Dolar ile Almanya ve her ikisi de yaklaşık 2.5’ar trilyon Dolar ile Fransa ve İngiltere tüm dünyanın Gayrı Safi Yurtiçi Hasılasının yarısından fazlasını oluşturuyorlar, bu veriler bu 6 ülkenin tüm dünya üretiminin ve dünya ekonomisinin lokomotifi olduğunun en somut göstergesi. Ülkemiz ise bu sıralamada 617 milyar Dolar ile Endonezya ve Belçika’yı geçerek Güney Kore ve Hollanda’nın ardından 17. Sırada yer alıyor.
Tüketici fiyatlarına göre yıllık enflasyonda ise 2009 yılında %6.3 ile en yüksek enflasyona sahip 35. ülkeyiz. Listenin zirvelerinde ise %30 ile Venezüella, %20 ile Gana, %16 ile Ukrayna yer alıyorlar. İsrail’de enflasyon %3.3, Bulgaristan’da %2.8, Yunanistan’da %1.2, İtalya’da ise %0.8. Tüketimin kısıldığı kriz yılı olan 2009’da başta Amerika Birleşik Devletleri olmak bir çok gelişmiş ülkenin enflasyonu “eksi” rakamlarda gerçekleşti, yani fiyatlar bir önceki yıla göre artmadı, aksine geriledi.
Dünya Bankası’nın IMF verilerini baz alarak yayınladığı ülkelerdeki faiz oranları listesine baktığımızda ise 2008 sonu itibariyle listenin en başında maalesef ülkemizi görüyoruz. Türkiye’de finansal piyasalarda oluşan faiz oranı 2008 yılı için %22,91 iken bu oran en az faiz ödeyen İsviçre, Japonya, Kanada gibi tam 17 ülkenin toplam faizinden dahi fazla. Bizden sonra en çok faiz ödeyen ülkeler Moldova %17.93, Venezüella %16.15, Yemen %13 ve Vietnam %12.73. Bu tabloya bakınca tüm dünyadan sıcak paranın neden ülkemize aktığını anlamakta zorluk çekmemek gerekiyor. Bu sıcak parayla günümüzü gün ediyoruz ama bu paraların çıkışı başlayınca kim ne durumda olacak onu da zamanla göreceğiz.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Mevduat ve Katılım Bankaları, Temel Göstergeler



Bu yazımızda Türk bankacılık sektöründe faaliyet gösteren 32 adet mevduat bankası ile 4 adet katılım bankasının Eylül 2010 sonu itibarıyla çeşitli kalemlerde karşılaştırmasını yaparak bazı temel bilgiler sunmaya çalışacağız.

Öncelikle tanımlar üzerine bir iki cümle söylemek gerekirse, Mevduat bankası klasik ve öz anlamda, gerçek veya tüzel kişilerden faizi önceden belirlenerek mevduat toplayabilen ve kredi kullandırabilen bankalardır. Garanti, Yapı Kredi, TEB gibi piyasada faaliyet gösteren 32 adet mevduat bankası, bunların 9,200 şubesi ve 171,000 personeli mevcuttur. Katılım Bankaları ise gerçek veya tüzel kişilerden, getirisi önceden kesin olmayan kar veya zarara katılma hesapları vasıtasıyla fon toplayan ve fon kullandırma izni olan kurumlardır. Albaraka, Asya, Kuveyt Türk ve Türkiye Finans olmak üzere dört adet katılım bankası, 600 şube ve 12,500 personelle sektörde faaliyet göstermektedir.

Mevduat bankalarına müşterilerin yatırdığı paralar şube başına 60 milyon TL iken katılım bankalarına yatırılan paranın ise şube başına 52 milyon TL olduğu görülmektedir. Mevduat bankalarına yatırılan toplam paranın neredeyse yarısı (%46) 1 milyon TL ve üzeri -yüksek montanlı tabir edilen- mevduattan oluşurken katılım bankalarındaki mevduatta ise bu oran %28’dir. Tabana yayılmış parçalı mevduatın daha makbul olduğu dikkate alınırsa yüksek montanlı mevduatın toplam mevduat içerisindeki payı ne kadar düşük olursa bu durum o kadar iyi olarak yorumlanmaktadır. Katılım bankalarındaki fonların bu açıdan istenilen formata daha uygun olduğu görülmektedir.

Cari mevduat, bankalara vadesiz olarak yatırılan ve istenildiği anda çekilebilen, faiz işletilmeyen paraları ifade etmektedir. Mevduat bankalarına yatırılan her 100 TL’nin 15 TL’si cari mevduat iken katılım bankalarına yatırılan her 100 TL’nin ise 18 TL’si cari mevduattır. Cari mevduatın bankaya maliyeti olmadığı için bu oranın olabildiğine yüksek olması arzu edilir banka tarafından. Katılım bankaları mevduat bankalarına göre bu açıdan daha avantajlı görünüyorlar.

Kullandırılan kredilerde ise her bir mevduat bankası şubesi yaklaşık 50 milyon TL kredi kullandırırken katılım bankalarının şube başına fon kullandırım miktarı da 50 milyon TL’nin biraz üzerinde. Mevduat bankaları topladıkları her 100 TL’nin 83 TL’sini kredi olarak geri verirken katılım bankaları topladıkları 100 TL’nin 97 TL’sini fon olarak kullandırmaktalar. Verilen kredilerin takibe düşme oranı ve takibe düşenlerden de karşılık ayrılma oranları ise şöyle: Mevduat bankalarının verdiği nakdi kredilerin %4,32’si takibe düşerken katılım bankalarında bu oran %4,19. Mevduat bankaları takipteki alacaklarının %85’i için karşılık ayırmak zorunda kalırlarken katılım bankaları takipteki alacaklarının %70’i için karşılık ayırmak zorunda kalıyorlar. Bu oranlar katılım bankalarının risklerini daha iyi yönettiklerini gösteriyor.

Karlılıkta ise mevduat bankalarının katılım bankalarına göre bariz bir üstünlüğü mevcut. Özkaynak karlılığı mevduat bankalarında %17 iken katılım bankalarının özkaynak karlılığı %12,5. Aktif karlılıklarına bakıldığında bu oranın mevduat bankalarında %2,37 katılım bankalarında %1,94 olduğu görülüyor. Mevduat bankaları çalıştırdıkları her personel başına 9 ayda 113 bin TL vergi öncesi kar elde ederlerken katılım bankalarında bu tutar 58 bin TL. Katılım bankalarının karlılıklarının mevduat bankalarına göre düşük olmasının en büyük nedeni ise nakit finansman sağlamamaları. Mevduat bankalarının karlılıklarının önemli bir kısmı çok yüksek faiz oranlarıyla sundukları nakit finansmanlardan geliyor: nakit kredi, kredi kartından nakit avans ve kredili mevduat hesapları katılım bankalarının faizli olduğu gerekçesiyle sunmadığı, buna karşılık mevduat bankalarının da büyük gelirler elde ettiği ürünler.