28 Mayıs 2011 Cumartesi

Tedbirler dört büyükleri çok kötü vurdu

Dört büyüklerden kastımız bankacılık sektöründeki en büyük dört özel banka. Bunlar Garanti Bankası, Akbank, Yapı Kredi ve İş Bankası. Bankaların işletmelere ve bireylere kredi vermelerini yavaşlatarak piyasayı soğutmaya çalışmak otoritenin en önemli tedbiriydi. Bunu yapmaktaki en büyük amaç cari açığın dizginlenebilmesiydi muhakkak. Bu tedbirler cari açık için iyileştirici olmadı ama banka karlarını alt üst etti. Tedbirlerin banka karlarına yansımasını analiz ederken ilginç sonuçlar görülüyor.

Geçtiğimiz hafta itibarıyla tüm bankalar ilk çeyrek yani Mart sonu itibarıyla eteklerindeki taşları döktüler ve bağımsız denetim raporlarını açıkladılar. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun onayından geçmiş finansal tablolara bakıldığında şube sayısı 100 ve üzerinde olan 13 mevduat bankası ve 4 katılım bankasının karlarının toplamı geçtiğimiz yılın aynı dönemine göre %14 düşüş gösterdi.

Ülkemizdeki bankacılık sektörünü analiz ederken -şube sayısı 100’ün üzerinde olan bankaları ele alarak- sektörü dört ana gruba ayırmakta fayda var. İlk grup yukarıda zikrettiğimiz 4 büyükler (Garanti, Ak, İş ve Yapı Kredi), ikinci grup 3 kamu bankası (Ziraat, Halk ve Vakıf), üçüncü grup 6 orta büyüklükteki banka (Finansbank, TEB, Şekerbank, Denizbank, HSBC ve ING), dördüncü ve son grup ise 4 Katılım Bankası (Albaraka, Asya, Kuveyt Türk ve Türkiye Finans).

İlk çeyrek sonuçlarına baktığımızda dört büyüklerin net karı geçen yılın aynı dönemine göre %21 düşerek 2 milyar 800 milyon TL oldu. İş Bankası karı en çok düşen banka olarak bu grupta dikkati çekiyor. Kamu bankalarının karlılığı da geçen yıla göre %13 düştü. Bu düşüşün en önemli nedeni tek başına Ziraat bankasının karının %37 gibi sert bir düşüş göstermesi oldu. Vakıfbank %34 artış sağlarken Halkbank ise geçtiğimiz yılın karlılığını korudu denebilir.

Büyük bankalar geçen yılın karlılığını koruyamayıp daha az kar elde ederlerken orta büyüklükteki bankalar ise toplam karlılıklarını %29 arttırarak 665 milyon TL’ye çıkardılar. Grubu sürükleyen banka ise karını geçen yıla göre katlayarak 296 milyon TL’ye çıkaran Finansbank oldu.

Katılım Bankalarına bakıldığında toplam karlılığın geçen yıla göre %9 azalarak 169 milyon TL olarak gerçekleştiğini görüyoruz. Albaraka, karını %38 arttırarak bu grupta net karını arttırabilen tek katılım bankası oldu.

Son olarak, yaklaşık 4 milyar TL’lik bir büyüklüğe ulaşan bankalardaki kıymetli maden altın hesaplarında ilk 3 banka Garanti Bankası, Halkbank ve Kuveyt Türk oldu. Bankalardaki 4 milyar TL’lik altının yarısından fazlası bu üç bankada bulunuyor.

İlk çeyrek sonuçlarına göre özellikle büyük bankalar bu tedbirlerden ağır hasar almış görünüyorlar. Bu tedbirler alınmamış da olsaydı sonuç aşağı yukarı aynı olacaktı çünkü bu büyük bankalar öylesine çılgınca mevduat ve kredi yarışına girmişlerdi ki mevduata verdikleri faiz oranı kredilerden aldıkları faiz oranlarını geçmeye başlamıştı. Garanti Bankası genel müdürü Ergun Özen bu durumu aylar önce “biz bir yerlerde yanlış yapıyoruz” diyerek dile getirmiş ancak her şeye rağmen gidişattan dönülmemişti. Her yıl söylenen beylik laftır; “bu yıl bankalar için zorlu bir yıl olacak”, ama bu yıl gerçekten öyle olacak…

19 Mayıs 2011 Perşembe

Tahrir Meydanı’ndan Ekonomi Notları


Geçtiğimiz Perşembe-Cumartesi günleri 3 gün boyunca Mısır’daydım. 25 Ocak’ta başlayan halk isyanları 30 yıllık rejimi sonlandırmışsa da halk hala her Cuma tatil günü Tahrir Meydanı’nda protesto gösterilerine devam ediyor. Araçlarına, evlerinin ve işyerlerinin kapılarına 25 Ocak çıkartmalarını gururla yapıştırmış halk, düşürdükleri rejimin devlet başkanının tatil beldesindeki “tatilinin” sonlandırılıp artık yargılanmasını istiyor. Bu protestolarıyla emellerine de ulaşmışlardı o gün itibarıyla…

Türkiye’nin üçte biri kadar Gayrı Safi Yurt İçi Hasılası (GSYİH) ve %90’ı Müslüman olan 80 milyonu aşkın bir nüfusu var Mısır’ın. Kabaca bu tabloya bakarak ülkemizle kıyaslandığında ekonomik olarak bizden 3 kat daha aşağı seviyede oldukları düşünülebilir ancak durum hiç de öyle değil. 30 yıldır ülkeye çöreklenmiş rejim ülke kaynaklarını öylesine sömürmüş öylesine son derece sınırlı sayıdaki kişiye hortumlamış ki halkın nispeten iyi durumda olan kesiminin aylık geliri sadece 80 Dolar civarında. Günde 2-3 dolarlık bir gelir getiren işe sahip olanların (polis öğretmen gibi orta tabaka memurların) mutlu olmasının beklendiği bir ülke. Konuştuğumuz ve Türkiye’den geldiğimizi öğrenen halk, ülkelerinin de bir gün halkı Müslüman olan Türkiye gibi zengin ve huzurlu bir ülke haline geleceğine inandıklarını hararetle anlatıyorlardı.

Bu basit ekonomik tablo bile ülkedeki devrimin altında başka nedenler aramayı geçersiz kılıyor. Gün içerisinde 2-3 dolarlık para kazandıktan sonra günü kurtaran ve yarın ne yapacağını, nasıl para kazanıp karnını doyuracağını düşünmekten bitap düşen ülkenin yarısı bölgedeki isyan dalgasından cesaret alıp ayaklandı ve başlarına çöken rejimden kurtuldu. İsyanların temelinde ekonomik nedenler yattığını anlamak için halktan sıradan insanlarla 3-5 cümlelik bir mülakat yeterli oluyor. 70 milyar dolarlık kişisel serveti olduğunu düşündükleri devrik devlet başkanının ülkeyi nasıl 30 yıl boyunca prangaladığını çekinmeden anlatıyorlar.

Ülkede üretim yapan bir tekstilci Türk işadamı ise 70 kişi çalıştırdıklarını, ortalama 100 dolarlık aylık maaşla insanların inanılmaz bir şekilde canla başla çalıştığını anlatıyor. Haftada 1 gün çalışmadıkları halde işçilerden bir kısmının o tatil günü dahi gelip işlerin yetişmesi için çalıştıklarından bahsediyor. Sadece 1 gece bekçisi tuttukları halde çalışanların ailelerinden 8-10 kişinin her gece gönüllü olarak işyerinde nöbet tuttuklarından hüzünle söz ediyor, ayda 100 dolara yakın maaş aldıkları işyerini ekmek teknesi olarak görüp sahipleniyorlar umutla.

Ekonomik göstergeleri yanlı olarak yorumlamak bizde oldukça yaygın bir tutum. Bir yanda bardağın boş tarafına odaklanmış ve herkesi ülkenin yandığına bittiğine kül olduğuna inandırmaya çalışanlar, diğer yanda ise her şeyin güllük gülistanlık olduğunu iddia eden majestelerinin ekonomistleri. Gerçek şu ki durum her iki kesimin de iddia ettiği gibi değil. Ülke olarak durumumuz doğumuza göre iyi, batımıza göre ise daha kat etmemiz gereken epey yol var. Ama geleceğe dair ümitlerimiz kuvvetli. 2001’de 200 milyar USD olan Gayrı Safi Yurt İçi Hasılamızı 2009’da 600 milyar USD’ye çıkardıysak, 2023’te dünyanın en büyük ilk 10 ekonomisi içerisinde yer almamız da bir hayal değil gerçekleşmesini bekleyeceğimiz bir hedef olmaktadır.

15 Mayıs 2011 Pazar

Bankacılar Modern Köleler mi?


Günümüz iş dünyasında maaşlı çalışanlar için zaman zaman kullanılan genel bir ifade “modern köleler”. En kaba tabirle fikren çalışan ve genelde hizmet sektöründe yer alan beyaz yakalılar için olduğu kadar bedenen çalışan imalat sektöründeki mavi yakalılar için de kullanılması yadırganmıyor bu tabirin. Ancak en çok ilgiyi dışarıdan bakıldığında belki özenilen beyaz yakalılar için kullanıldığında görüyor. Beyaz yakalılar içinde bu tabir ise sıklıkla bankacılar için kullanılmaya başlandı.
Bankacı dendiğinde bir banka şubesinde çalışan kişi akla geliyor. Bankacılar aslında geçmişte de günümüzde de bu tabiri hak eden çalışanlar olagelmiştir hep. Bunun nedenleri eskiden farklıydı şimdilerde ise daha farklı. Bilgisayarların kullanımda olmadığı yahut bu kadar olmazsa olmaz durumda olmadığı zamanlarda bankacıların her türlü işlemi manuel olarak da kağıt kalemle kaydetmek zorunda olmaları iş yüklerini muazzam arttırıyordu. Şimdilerde ise banka patronlarının her yıl karlarını katlanarak arttırmak istemelerinden kaynaklanıyor iş yükü. Daha fazla kar elde edebilmek için daha fazla satış yapılması gerekiyor ve sürekli artan şekilde bunaltıcı satış hedefleri veriliyor banka çalışanlarına. Eskiden satış kadrosuna verilen bu hedefler artık gişeciler için dahi sıradan oldu ve satış hedefi verilmesi işi şubelerdeki güvenlik görevlilerine ve çaycılara kadar geldi. İşin zıvanadan çıktığı yer ise “karlılık hedeflerinin tutması için şu ürünlerden şu kadar satılması gerekiyor, herkes bunları satacak, kime sattığınız nasıl sattığınız hiç önemli değil” zihniyetiyle iş yapılması. Talebi olmadığı halde ekonomik sicili temiz olan kişilere kredi kartı gönderilmesi, dönem sonlarında vadesiz hesabında para bulunan müşterilerin hesaplarından hesap işletim ücreti kesilmesi artık hepimizin sık karşılaştığı durumlar haline geldi. Karlılık hedeflerinin tutması amacıyla etik değerler ayaklar altına alınarak yanıltıcı bilgilerle “tek amaç her şeye rağmen sadece daha fazla satış” haline getirildi. Bu da neden banka ve bankacı kelimeleri artık geniş bir kesimde nefret uyandırıyor sorusunun cevabı aslında.
% 80’i üniversite mezunu olan ve iki yüz bine yakın çalışanın olduğu sektör, üniversiteden yeni mezunlar arasında rağbet görmeye devam ediyor diğer yandan. Yeni mezunların da çalışacakları kurumları dikkatle araştırarak seçmeleri onlara düşen bir görev oluyor bu durumda. Etik dışı işler yapanların ödüllendirildiği, dışarıdan bakanların saat 17’de kapıların kapanmasıyla işin bittiğini sandığı şubeden akşam sekizden dokuzdan önce sadece izin alınarak çıkılabilen, asgari ücret civarında maaşların yaygın olarak görüldüğü bankaları tanıyarak ayıklamaları gerekiyor.
Tüm bu olumsuz tablo içerisinde az da olsa etik değerlere gerçekten bağlı kurumların da olduğunu söylemek gerekiyor. Personelini sürekli saat 19’dan sonra dahi saatlerce çalıştırdığı tespit edilen şube müdürlerinin bu çalışma tarzını terk etmesi gerektiğini söyleyen, onları ikaz eden bir üst yönetimin de olduğunu bilmek bu ortamda sevindirici. Tablonun olumsuz yanındaki işlemler ve kişiler için otoritenin artık daha fazla seyirci kalmaması gerekiyor. Sektör kar hırsıyla o kadar kendinden geçmiş ki yetkili merciler dur demedikçe bu sevimsiz durum devam edecek gibi görünüyor.

KOBİ’ler bankalara teslim, aman dikkat…


Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler olarak kısaca KOBİ olarak adlandırdığımız işletmelerin bankalardan kullandıkları kredi tutarı Şubat sonu itibarıyla 150 milyar TL’ye dayandı. Bu meblağ geçen yılın aynı dönemine göre % 50’nin üzerinde bir artışa tekabül ediyor. Bu artış ve oranlar bir yandan ekonomik ataletten çıkışımızın göstergesi olarak yorumlanırken diğer yandan da artan hacim korkutucu.

Çok hızlı bir şekilde artan bu hacim korkutucu çünkü KOBİ’ler alanında bizde maalesef her şey Allah’a emanet. Henüz ülkemizde KOBİ ne demektir, hangi işletmeler bu tanıma girer, hangi işletme KOBİ’dir, hangisi değildir sorusuna dahi net bir cevap verebilmek mümkün değil. Avrupa Birliği tanımını baz almaya çalıştığımızda ülkemizdeki hemen hemen tüm işletmeler KOBİ tanımına girdiği için kendi KOBİ tanımımızı kendimiz yapmamız gerekiyor. Bankalar açısından durum o kadar karmaşık değil. Çoğu banka yıllık “resmi cirosu” 5-7 milyon TL’ye kadar olan işletmeleri KOBİ segmentinde değerlendiriyor.

KOBİ’ler ülkemiz için çok önemli. Selçuk Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Rifat İraz hocamızın bir makalesinde özetlediği ifadeyle, “Günümüzde KOBİ’ler, küreselleşmenin yarattığı şiddetli rekabet ortamında ulusal ekonomilerin gelişmesi ve korunması bakımından önemli bir işlev üstlenmektedirler. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde KOBİ’ler, özellikle yarattıkları istihdam olanakları ve sahip oldukları esnek yapılarıyla çevresel değişmelere hızlı tepki vermeleri dolayısıyla ulusal ekonomilerin gelişmesinde ve küresel rekabetin olumsuz etkilerinden korunmasında oldukça etkili bir rol oynamaktadırlar. Bunun yanı sıra, taşıdıkları yerel olma özellikleri itibariyle yabancılaşmayı önlemesi ve orta sınıfı güçlendirmesi gibi rolleri, KOBİ’leri sosyal açıdan da önemli kılmaktadır.”

KOBİ’lerin bankalarla ilişkilerinin artması, buna bağlı olarak kredi hacimlerinin hızlı bir şekilde önemli boyutlara ulaşması noktasında KOBİ’lerin üzülmemeleri için çok dikkatli olmaları gerekiyor. Bu dikkat elbette banka seçiminde gerekiyor en çok. Kullandıkları krediler ticari kredi kapsamında olduğu için tüketici kredilerden farklı olarak büyük bir tehlike içeriyor. Tüketici kredilerinde (bireylerin kullandığı araç, konut vs) vade boyunca banka kredi oranını yasal olarak değiştiremezken ticari kredilerde banka ekonomik koşullara göre kredinin oranını değiştirebilmektedir. Özellikle çalkantılı dönemlerde bankalar patronları çağırarak kredileri revize etmekte, işletmelerin zor duruma düşmelerine neden olabilmekteler. Bundan daha da tehlikelisi ticari kredileri banka istediği zaman geri çağırabilmektedir. Yani kullanılan kredinin taksitleri bitmemişken banka dilediği zaman işletmeden kredi borcunun hepsini hemen kapatmasını yasal olarak isteyebilmektedir. Tüketici kredilerinde yasal olarak imkânsız bir durum iken kriz zamanlarında ticari kredilerde bu sıklıkla karşılaştığımız bir durumdur. Banka ismi vermek yasal olarak maalesef bizi zor durumda bırakacağından hangi bankaların bu tür kötü davranışları alışkanlık edindiğini açıklayamıyoruz. Ancak, daha önce de sözünü ettiğimiz 2008’de patlak veren ekonomik krizde Kayseri’nin göz bebeklerinden 75 yıllık tekstil imalatçısı ve ihracatçısı Karartaş Grubu’nun kredilerini 6 ay erken çağırarak fabrikalarda üretimin durmasına, binlerce insanın işsiz kalmasına ve grubun bir şirketinin haraç mezat icradan satılığa çıkarılmasına neden olan iki özel banka örneği unutulacak gibi değil. İnternetten kısa bir araştırma yaparak sicili temiz olmayan bu bankalardan özellikle uzak durmakta fayda var. Bankaların müşterilerle kredi ilişkisi meşhur tabirle açık havada şemsiye verip yağmur başlar başlamaz şemsiyeyi geri almaktan ibaret.

Bu noktada katılım bankalarının diğer mevduat bankalarına göre büyük bir avantajı öne çıkıyor. Katılım bankaları çalkantılı bir ortamda dahi ticari kredilerin oranlarını yukarı yönlü revize etmiyorlar ve yine son krizde de teyit edildiği üzere katılım bankacılığı prensipleri gereği ticari kredileri erken çağırmıyorlar. Ticari kredilerin hızla arttığı bir zamanda işletmeler çalışacakları bankaları titizlikle seçmeliler.