24 Şubat 2011 Perşembe

Bankalarda biriken altın 2,5 Milyar TL’ye yaklaştı


Bankalar 2010 yılına ait bağımsız denetim raporlarını açıklamaya başladılar. Raporlarda en dikkat çekici husus bilanço dipnotlarından görülebileceği gibi kıymetli madenler kalemi. 2007 sonunda Katılım Bankaları dâhil sektördeki tüm bankalarda 164 milyon TL’lik altın varken, 2008 sonunda bu rakam 355 milyon TL’ye, 2009 sonunda 1 milyar 220 Milyon TL’ye, geçtiğimiz yılsonu itibarıyla ise tam 2 milyar 400 milyon TL’ye dayandı. Genel olarak kabul görmüş ülkelerin para birimlerine olan güvensizlik, zaman zaman bu güvensizliğin tavan yapması altına talebi sürekli arttırmakta. Altın analistlerine bakılırsa bu talebin içinde bulunduğumuz yılda da artarak devam etmesi öngörülüyor.
Bankalarda biriken altın miktarının artması sevindirici. Kıymetli maden hesapları sisteminin olmadığı bir ortamda bugün bu hesaplardaki 2,5 milyar TL’lik birikimin en azından bir kısmı muhtemelen kayıt dışı olarak “yastık altı” tabir ettiğimiz şekilde değerlendirilecekti. Gelişmekte olan ülkelerin önündeki en büyük engel olan kayıt dışılık açısından sevindirici bir gelişme.
Bankalardaki 2,5 milyar TL’lik altının yaklaşık %85’i sadece şu bankalarda: Halk Bankası, Garanti Bankası, Yapı Kredi, İş Bankası ve Kuveyt Türk. Tasarrufa imkânı olup tercihini altından yana kullanan kişilerin bankalardaki altın hesapları tercih etmelerinin birçok nedeni var. Daha önceki bir yazımızda kısmen değindiğimiz bu avantajların en başta geleni güvenlik. Evde fiziki altın muhafaza etmenin riskleri herkesçe malum. Kaydi altın alarak güvenli bir ortamda altınların muhafazası, yatırımcıların tercih nedenlerinin en başında gelen sebeplerden biri. Altın alım satım fiyatları arasındaki farkın çok düşük olması da bu hesapların tercih edilme sebepleri arasında başlarda geliyor. Bankadan bankaya değişmekle birlikte bu fark 1 gram altında 50 Kuruşa kadar düşebiliyor. Altın Borsasında muhafaza edilen bu altınlar saf külçe altın olduğu için her hangi bir işçilik maliyeti söz konusu değil. Alım satımlardaki farkın bu kadar az olmasındaki temel etkenlerden en önemlisi de bu. Devletin mevduata verdiği güvencenin altın hesapları da kapsaması bu hesaplar hakkında oluşabilecek güven hakkındaki soruları da gideriyor. Fiyat dalgalanmalarında internet sitesinden yahut telefonla anında satış ve altının değer artışından kaynaklanan kazançların vergiden muaf olması tasarruf sahiplerini cezbeden diğer önemli faktörler.
Bu hesaplar için en dikkat edilmesi gereken şey ise bankaların “hesap işletim ücreti”, “kıymetli maden portföy değerlendirme komisyonu” vb isimler altında yapabilecekleri kesintiler. Altın hesap açtırmadan önce ne isim altında olursa olsun kıymetli maden hesaplarından hiçbir kesinti yapılmayacağı hakkında taahhüt alınmalıdır. “Emtia Yılı” olması beklenen içinde bulunduğumuz bu yılda altına tasarruf etmeyi planlayanlar için kısa ama önemli bilgiler… Son dört yıldaki performansına bakılırsa -fiyat artışı faktörünü de göz önüne alarak- 2011 sonunda bankalarda biriken altının 5 milyar TL’lik bir değere ulaşması sürpriz olmayacak.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Bunlar bizim düşmanımız mı?


“Bunlar”dan kasıt Rating Şirketleri, Türkçesi ile ifade etmek gerekirse “derecelendirme şirketleri”… Bu şirketler (en meşhurları Moody’s, Fitch, S&P) ne iş yaparlar, bizim için önemleri nedir sorusuna kısaca cevap bulalım öncelikle.

Bizim ilgilendiğimiz çerçevede, bu şirketler birçok kritere göre ülkeler hakkında notlamalar yaparlar. Bu notlamaları önemlidir çünkü, en basitinden, tüm dünyadaki sermaye sahipleri yatırım yapmadan evvel bu derecelendirme şirketlerinin notlarına göre hareket ederler. Notu düşük olan ülkelerden uzak durmaya çalışırlar, notu yüksek olan ülkelere doğru hareket ederler.

Son zamanlarda ekonomiden sorumlu kim varsa her fırsatta bu şirketlere çatıp neden ülke notumuzu düşük tutuyorsunuz, biz aslında çok daha fazlasını hak ediyoruz diye veryansın ediyorlar. Evvela, bu sert çıkışta haksız değiller aslında, neredeyse 20 yıl önceki ülke notumuzun çok yukarısında değiliz hala. Bu kadar iyileşen göstergelere rağmen 20 yıl önceki yüksek faiz, yüksek enflasyon ve krizin eşiğindeki halimizle aldığımız aynı notu bu şirketler neredeyse şimdi yine bize veriyorlar. Bunun en büyük nedeni bu derecelendirme şirketlerinin 2008’in ikinci yarısında Amerika’dan başlayan kriz dalgasının tetikleyicisi görülmeleri. O kadar da sağlam olmayan kâğıtlara verdikleri yüksek notlar krizin tetikleyicisi oldu ve bu şirketler çok set eleştirilere maruz kaldılar. Bu sebeple artık notlamalarda çok cimri davranmaya başladıkları aşikâr.

Buraya kadar olan kısım bardağın dolu tarafına bakıp söylenebileceklerdi aslında. Bir de bu şirketlerin Türkiye’nin notunu düşük tutmalarının haklı nedenlerini görmek lazım. Türkiye ekonomik açıdan güllük gülistanlık, işsizlik diye bir sorunumuz yok, enflasyonu nihayet bitirmişiz, ülkemizde sanki her şey mükemmel de bu şirketler ülke notunu düşük vererek tekere çomak sokuyor değiller. Bu şirketlerin her bireri dünyada saygınlığı olan ciddi kuruluşlardır. Ülkemizin içinde bulunduğu şartları yabancı ve tarafsız gözle değerlendirerek notlamalar yapmaktalar. Daha dün denecek kadar kısa bir zaman önce, 2005 sonunda brüt dış borcumuz iken 170 milyar Dolar iken 2010 Eylül sonu itibarıyla bu rakam 280 milyar Dolar’ı geçti. Kamunun net borç stoku ise 2002’de 215 milyar TL iken bu borçlar 2010 Eylül sonunda 315 milyar TL’ye dayandı. Ülkemizin brüt dış borç stoku Gayrı Safi Yurtiçi Hâsılamızın %43’üne çıktı 2009 sonunda, ki bu oran son yıllarda %30’larda idi sürekli… Yaklaşık 40 milyar Dolar olarak beklenen cari açık ise 50 milyar Dolar’a dayandı, ciddi ciddi tehlike uyarısı bir çizgiye dayandı… Bunun gibi daha çeşitli şeyler söylenebilir.

İstatistik, aynı verilere dayanarak taban tabana zıt yorumlar yapabilmeye açık bir bilim. Kimisi bardağın dolu tarafına odaklanarak ortalığı gül bahçesi gibi gösteriyor, kimisi de ülke olarak iflasın eşiğindeymişiz gibi cehennemi bir tablo çiziyor. Bu arada bu yabancı rating şirketleri de kenarda durarak tarafsız bir şekilde her gelişmeyi kaydederek notlama yapıyorlar. Bu şirketlere boşu boşuna kızıp köpürmektense sadece kendimize çeki düzen vermeye çalışmalıyız.

13 Şubat 2011 Pazar

2010'un ardından bankalarımız


Ülkemizde faaliyet gösteren tüm bankaların patronu olan Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, faaliyette olan 49 bankanın 2010 yılı genel verilerini derleyerek Türk Bankacılık Sektörü’nün genel görünümünü yayınladı.

Bu yazımızda bu değerlendirmelerden öne çıkan başlıklara göz atıp Türk Bankacılık Sektörü hakkındaki bilgilerimizi güncelleyeceğiz, bu verileri kısaca değerlendireceğiz.

Ülkemizde 32 Mevduat Bankası, 4 Katılım Bankası ile 13 Kalkınma ve Yatırım Bankası mevcut. Toplam bu 49 adet bankanın toplam aktif büyüklüğü ilk defa 1 Trilyon TL’yi aştı.

Bankaların hepsinin aktiflerinin toplamının 1 trilyon TL’yi aşması büyük bir eşik olarak görülüyor sektörde, önümüzdeki günlerde buna sık sık vurgu yapılacaktır.

Çok çok büyük bir rakam gibi görünen bu 1 trilyon TL aktif, Ziraat Bankası ile aynı tarihlerde kurulmuş bir Deutsche Bank’ın aktiflerinin yalnızca 4’te 1’ine tekabül ediyor aslında. Ziraat Bankamız ile aynı tarihlerde kurulmuş bir Alman bankası (ki bugün 70’ten fazla ülkede faaliyet gösterir hale geldi) bugün bizim bütün bankalarımızın aktiflerinin 4 katı büyüklüğe ulaştı.

Gerçek başarı ve profesyonellik müşteri, çalışan ve hissedar memnuniyetiyle birlikte bu seviyelere ulaşmak olsa gerek bir banka için. Aynı şeyi kârlılıkta söylemek mümkün değil. Bankalarımız 2010’da 22 milyar TL kâr ederlerken, bizim bankaların tam 4 katı aktif büyüklüğe sahip meşhur Deutsche Bank’ın kârı ise geçen yıla göre yarı yarıya düşerek “sadece” 5 milyar TL oldu. Ülkemizdeki ekonomik durumun nispeten iyi olması, bankalarımızın dilediği müşteriden kendi belirlediği her hangi bir isim altında ve nispeten kendi istediği kadar parayı alabilmesi, müşterileri yanıltıcı reklamlarına dur diyen olmaması gibi yabancı bankaları imrendiren bir sektör Türk Bankacılık Sektörü. ..

Diğer verilere kısaca bakmak gerekirse, 2010 yılında banka sayısı değişmedi, 49 banka ile başlanan yıl 49 banka ile bitti. Yaklaşık 500 yeni şube açıldı, 7 bin personel istihdamı sağlandı geçtiğimiz yıl. Böylece 2011’e 10 bin şube ve 191 bin çalışan ile girdiler bankalar. Bu yılda da şubeleşme ve dolayısıyla yeni personel istihdamı, her şey yolunda giderse, artmaya devam edecektir. Neredeyse artık her ilde en az 1 adet bulunan İktisadi ve İdari Bilimler fakültelerinin mezunlarının en büyük iş kapısı olmaya devam edecekler bankalar…

Kredilerin kısılarak talebin dizginlenme çabalarının başladığı da bir yıl olan 2010’da kredileri en çok arttıran bankaların Kamu Bankaları olması da dikkat çekici. Özel bankalar kredilerini %33 arttırırken kamu bankaları ise kredilerini %42 arttırdılar. Bankalardaki mevduat %20 artarak 617 milyar TL’ye ulaşırken bankaların verdiği kredilerin toplamı 526 milyar TL’ye ulaştı geçtiğimi yıl.

Müşterilerin kredi kartı borçları ise korkutucu bir şekilde 44 milyar TL’ye dayanmış durumda… 2009’da verilen her 100 TL’lik kredinin 5,3 TL’si takibe düşerken bu oran 2010’da 3,7’ye düştü. Kredilerin daha rahat ödenebildiğini gösteren bu oranın düşmesi güzel bir gösterge.

Umarız bankalarımız 2011 yılını da güzel rakamlarla bitirirler. Yine umarız ki bunu sadece hissedarların-patronların memnuniyetini göz önüne alarak değil, müşteri ve çalışan memnuniyetini de dikkate alarak yaparlar…

2 Şubat 2011 Çarşamba

Kimse bankalara vs kızmasın…


Merkez Bankası geçen hafta ilan ettiği son düzenlemeler ile bankaları nihayet pes ettirmişe benziyor. Düzenlemelerin ilanından sonra bankalar kendilerinden beklenen tepkiyi gösterdiler ve birer birer kredi oranları arttırmaya başladılar. Ekim 2010’dan beri neredeyse her ay zorunlu karşılıklar ile ilgili düzenleme yapan Merkez Bankası, bu düzenlemelerle bankaların faizleri arttırmasını istiyordu ancak her şeye rağmen bankalar bu isteğe direniyorlardı. Nihayet son düzenleme ile bankalar direnişi bırakarak Merkez Bankası’nın istediği doğrultuda hareket etmeye razı oldular. Bankaların faiz artırımı ekonomi haberlerinde manşetten “bankalar Merkez Bankası’nın restini gördü, faizleri artırıyorlar” şeklinde verildi.

Merkez Bankası’nın temel amacı ülkemizdeki fiyat istikrarını temin etmek ve bunu sürdürmektir. Banka bu doğrultuda kararlar alıp geçtiğimiz 3–4 ayda piyasadaki en önemli fiyat yapıcı oyuncuları olan bankaları yönlendirmeye çalışırken bankalar adeta kulaklarının üzerine yatarak mesajı anlamazlıktan geldiler ve bildiklerini okumaya devam ettiler. Bunun üzerine Devlet Bakanı ve başbakan yardımcısı Ali Babacan, Merkez Bankası başkanı, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu başkanı ve Hazine müsteşarıyla birlikte Türk bankacılık sektöründe faaliyet gösteren 49 bankanın genel müdürleriyle Ankara’da bir toplantı yaptı. Toplantının akabinde Merkez Bankası’nın düzenlemeleri ilan edildi ve bankalar nihayet resti görüp otoritenin istediği şekilde hareket etmeye başladılar. Otorite kararlılığını gösterince, isteyince oluyormuş demek ki…

Bankalar kendi açılarından haklıydılar Merkez Bankası’nın yönlendirmeleri karşısında ağırdan almakta, çünkü kendilerine açık açık “kredi oranlarınızı artırın, kredi taleplerinde daha titiz olun ve frene basın” deniyordu. Bu telkin mal satan bir esnafa “sattığın mallara zam yap, fiyatları arttır ki eskisi kadar çok mal satılmasın” demekten farksızdı. Daha az para kazanacakları bir sürece girdiler bankalar bu süreçte. Bankaların pasif bir direnişten sonra otoritenin restini görüp geri adım atmaları aslında sürpriz değil. Sonuçta “güç”, bu piyasaları düzenleme ve denetleme yetkisi olan resmi kurumlarda ve gayet iyi kazançlar elde eden bu şirketler otoritenin dediğinden çıkmak gibi bir hataya asla ve asla düşmezler. Bu resmi kurumlar, sorumluluğu altındaki kuruluşlara bir şey yaptırmak istediklerinde bunu öyle ya da böyle yaptırırlar çok rahat, bu süreçte bunu açıkça görmüş olduk. Gönül isterdi ki aynı otorite, haksız ve insafsız uygulamaları ayyuka çıkan sektörlerdeki kuruluşlara da dur desin, çeki düzen versin. Bugün, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun oluru olmadan, kağıt üzerindeki tüm şartları sağlasa da, hiç kimse bir bankanın genel müdürlüğüne ve hatta genel müdür yardımcılığına atanamaz, aynı BDDK istese hiç bir banka etik olmayan 5 kuruşu dahi müşterisinden almaya da cesaret edemezdi, Telekomünikasyon Kurumu müdahale etse iletişim şirketleri müşterilerinden tek kuruş haksız sabit ücret de alamazdı.. gibi örnekleri çoğaltmak mümkün.

Hiç birimiz gerçek amaçları sadece ve sadece daha çok para kazanmak olan şirketlere (bankalara, petrol şirketlerine, iletişim şirketlerine…) kızmasın. Onlar daha da çok para kazanmak için her türlü yola gireceklerdir. Burada asıl kızılması gereken, meydanı bunlara bırakan, bu kuruluşlardan sorumlu resmi kurum ve kuruluşlardır. Bu resmi kurum ve kuruluşlar korumacılıklarını büyük ve güçlü olan sermayeden yana değil de bunlar karşısında savunmasız olan halktan yana kullandıkları zaman bizim birçok sorunumuz da çözülmüş olacaktır.