28 Aralık 2011 Çarşamba

Altına hücum! Her ay 11 ton altın aldık…



Ülkemizdeki bankalarda 2010 sonunda 35 ton altın bulunuyordu. 2011’in Ekim sonu itibarıyla ise bankalardaki altın miktarı 145 ton’a ulaştı. Bu altınlar çalınma kaybolma vs risklere girmek istemeyen yatırımcıların, yani halkın bankalarda tuttuğu kaydi altınlar. 2011’de vatandaşlarımız bankalar aracılığıyla her ay 11 ton altın alımı yaptı, 10 ayda bankaların altın stokları 110 ton artarak merkez bankasının 116 ton olan rezervlerini geçmiş oldu. Bankalardaki 145 ton ve merkez bankasındaki 116 tondan başka kabaca beş bin ton da yastık altı tabir ettiğimiz altın olduğu sanılıyor ülkemizde.

2011 yılına 1 onsu (31 gramı) yaklaşık 1400 dolardan başlayan altının onsu şimdilerde 1600 dolar civarında ve muhtemelen yılı bu fiyattan bitirecek. Yani yıla altın alarak başlayan ve altınlarını muhafaza eden yatırımcılar yaklaşık %15 bir getiri elde etmiş oldular.

2011 yılı için altın fiyat tahminlerinde fiyatların bin doların altına ineceğini söyleyenler ile iki bin doların üzerine çıkacağını tahmin edenler yanıldılar, tıpkı analistleriyle meşhur HSBC ve Morgan Stanley gibi… Geçmişte söylediklerine ve gerçekleşen altın fiyatlarına baktığımızda altın fiyatları konusunda en dikkate alınması gereken kişilerden birinin Credit Suisse Kıymetli Madenler Analisti Tom Kendall olduğunu söyleyebiliriz. Altında 2012 için ise en makul fiyat tahminleri iki bin dolar civarında yoğunlaşıyor.

Saglamaltin.com sitesinden Mehmet Bengü Uluengin’in altına yatırım yapmayı düşünenlere önerileri ise şunlar: “En güzel taktik, daha doğrusu ‘düşünce şekli,’ en dipte alım yapmaya çalışmaktan vaz geçmek. En dibi bulmak çok zor. Hadi diyelim bir kez buldunuz. Daha sonraki seferlerde bunu tekrarlamak neredeyse imkansız. O zaman en dip noktayı bulmaya çalışmaktan vaz geçin. Altın düştü mü? Biraz alım yapın, ama kesinlikle tüm paranızla değil. Daha mı düştü? Tekrar alım yapın. Yok yükselmeye mi başladı? Güzel, zaten bir miktar alım yapmıştınız. Kâr etmeye başladınız yani. Ancak bir miktar daha paranız var. Dursun. Siz tetikte kalın.

Fiyat hareketini izleyin. Çok kısa sürede çok hızlı mı yükseldi? Bir miktar satın. Ancak temel pozisyonunuz kalsın. Gerileyince sattığınızı tekrar alın. Veya, altını zamanlamaya çalışmaktan vazgeçin. Yatırın bir miktar, dursun. Unutun o yatırımı. Günlük, hatta haftalık aralıklarla bile kontrol etmeyin. Altı ay sonra bakın. Bugünkü değerinin üzerinde olacağına kalıbımı basabilirim.”

Altına yatırım yapanlara, yapacaklara son bir not.. Piyasada satılan altınların fiyatlarında işçilik maliyetleri de vardır. Bu yüzden alım satımlardaki fiyat farkları müşteri aleyhine artabilmektedir. Altına yatırımın en güvenilir yolu, yastık altında muhafazaya göre birçok avantajları bulunan alternatif, bir bankadan altın hesabı açtırmaktır. Bunun için altın hesap yahut vadesiz hesap, ne ad altında olursa olsun her hangi bir hesaptan hiç bir masraf komisyon vs almayacağını kesinlikle taahhüt eden bir bankayı seçmemiz gerekiyor menfaatimiz icabı...

Banka aracılığı ile, Dolar-Euro alıp satar gibi, miligram bazında bile alım satım yapabilecek, düşük meblağlarda dahi, 20 liralık, 50 liralık… altın alarak tasarruf etme imkânımız olacak ve bu işlemler için her hangi bir komisyon, muhafaza ücreti vs de ödemeyeceğiz. Devletin bankalardaki mevduata verdiği güvence altın hesaplarda da aynen geçerli ve altının değer artışlarından kaynaklanan kazancımız da her hangi bir vergiye tabi değil. Bunların yanı sıra altın fiyatlarındaki artış veya azalışlarda yahut dilediğimiz her hangi bir zaman alım satım yapabilme avantajı, ücretsiz ve güvenli muhafaza kolaylığı, işçilik ücreti giydirilmemiş saf altın fiyatlarından dar marjlarda alım satım imkânı, istenildiğinde fiziki teslim imkânları, yararlanılması gereken imkânlardır.

22 Aralık 2011 Perşembe

Kredi Kartından 22,5 milyar TL! Buna can dayanmaz…



Kredi kartlarının sadece alışverişte kullanılması gereken bir ödeme aracı olması gerektiğini kulak ardı ettik yıllarca. Sıkıştığımızda, ama bilerek ama bilmeyerek, yüksek faizli borcun altına girip nakit çektik. Bu nakit çekme işi öylesine yaygınlaştı ki 2007’de yerli kredi kartlarıyla yurt içinde 13 milyar TL olan nakit çekim, bu yılsonunda muhtemelen ikiye katlanarak 26 milyar TL’ye ulaşacak.

Bankalararası Kart Merkezi verilerine göre bu yılın ilk 11 ayında tam 87 milyon kez ve 22,5 milyar TL nakit avans çekimi yapıldı kredi kartlarından. Buna can dayanmaz… Aylık %2’nin üzerinde bir faizle çekilen bu nakit avanslardaki gidişatın korkutucu olduğu apaçık bir gerçek. Kasım sonu itibarıyla 51 milyona dayanan kredi kartlarına otoritenin bir düzenleme yapması gerektiği uzun zamandır konuşuluyordu. Kredi kartı sektöründe bankalar oldukça rahatlar. İnternetten başvuru yapıp hiç şubeye gitmeden adrese kredi kartı teslimatı hala yaygın bir şekilde devam ediyor. Sürekli olarak gelirinden fazlasını harcama eğilimindeki kitlenin maalesef yıldan yıla artması bankaların kredi kartları konusunda agresif satış yapmalarını körüklüyor. Bu konuda en büyük otorite BDDK, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, şube dışında tezgâh açıp kart satmanın yasaklanması, asgari ödeme tutarlarının yükseltilmesi vs gibi hemen her yıl kredi kartlarıyla ilgili bazı tedbirler getirse de bankalar çalıyı dolaşmayı gayet iyi beceriyorlar. Şimdi konuşulan tedbir de kredi kartlarına tek limit getirilmesi.

Hükümetin isteği üzerine çalışma başlatan BDDK, artık şahıslara bir kredi kartı limiti getirecek. Çalışmaları kısa bir süre önce başlayan konunun tüm ayrıntıları henüz belli değil. Belli olan, kişinin yıllık gelirinin yarısı yahut belli bir oranı kadar o kişiye bir kredi kartı limiti açılacak. O limit dâhilinde kalmak kaydıyla şahıs dilediği kadar kart alabilecek artık. Mesela, yıllık geliri 24 bin TL olan biri, 12 bin TL’lik tek kart alabileceği gibi, isterse bin TL limitli 12 karta sahip olabilecek. Değişmeyecek olan asıl şey ise bu toplam kredi kartı limiti olacak.

Serbest çalışan milyonlarca kişi ve kayıt dışılığın tavan yaptığı bir piyasada şahısların gelir beyanı nasıl olacak, kişilerin beyan ettiği gelirler neye göre nasıl belgelenerek kredi kartı limiti belirlemesine temel teşkil edilecek şimdilik net değil. Henüz çok yeni olan çalışma nihayete erince göreceğiz bunları. Şu aşamada kredi kartlarına getirilmesi düşünülen bu tedbir hem tüketicileri yani bizleri karttan harcama konusunda frenleyecek hem de kredi kartlarında bankaların rekabetini kızıştıracaktır.

Dünyada eşi benzeri olmayan, kredi kartlarıyla yapılan ödemelerdeki bol taksitlerin de sınırlandırılması gerektiği başka bir husus olarak önümüzde durmaya devam ediyor. İnsan, tabiatı gereği, yaptığı harcama küçük dilimlere bölününce harcamak konusunda daha cesur oluyor ve ihtiyacı olmasa dahi kolaylıkla satın almalar yapabiliyor. Harcamayı teşvik eden bol taksitli sistem de, bankalar ne kadar engellemeye çalışsalar da, düzenleme yapılması gereken ilk konulardan biri.

Tüketimden ve harcamadan kendini alıkoyamayan, bir şeyin olmayışına yokluğuna tahammül edemeyen, ‘olmadığında sabredip, olduğunda şükreden’ toplum yapımızdan uzaklaştıkça bu gibi konuları hep konuşmaya devam edeceğiz.

19 Aralık 2011 Pazartesi

Firmanızı batırmanın en kestirme yolları

İşletmeler de her canlı, her fani gibi doğarlar büyürler ve ölürler. Kimisi karıncalar gibi 3-5 yıl ancak yaşayabilirken kimisi de bazı kaplumbağalar gibi bir asır devirerek hayatını devam ettirebilir. Firmaların (şirket ve gerçek kişi işletmelerine genel olarak “firma” diyelim) doğum ölüm istatistiklerine baktığımızda bu yılın ilk 10 ayında 100 bine yakın firmanın kurulduğunu, diğer yandan bunların neredeyse yarısı kadar firmanın da kapandığını görüyoruz. Geçen yılın ilk 10 ayında kapanan firma sayısı açılanların %40’ı kadar iken bu yıl bu oran %50’ye yaklaşmış durumda. Firmaları kapanmaya götüren birçok neden var. Bunların bir kısmı dışsal nedenler olarak ön plana çıkarken (vergiler, rakipler vs) bir kısmı da firmanın iç bünyesinden, kendi iş yapış tarzındaki hatalardan kaynaklanıyor.

Firma olarak iş yapış tarzından kaynaklanan hatalar elbette pek çok. Biz duruma tersten bakarak “bir firma nasıl en kolay yoldan batırılır” sorusuna en belli başlı cevapları sıralayalım:

2008 yılındaki krizde bankaların batırdığı Kayseri’nin dev tekstil firmalarından birinin yaptığı gibi, rasgele bir banka ile çalışın, ufak hesaplar yaparak kredi oranındaki 1-2 puan indirime, havale masraflarındaki 3-5 kuruş iskontoya göre seçin bankanızı. Ama yine de şunu unutmayın ki bazı bankalar, havalar günlük güneşlik iken verdikleri kredileri daha yağmur başlamadan en ufak bir kriz emaresinde geri ödemenizi isteyebilir. Siz 2 yıl vadeli aldığınız kredinin taksitlerine göre işlerinizi planlamış olabilirsiniz ama bu bir takım bankaları hiç ilgilendirmez. Önemli olan onların durumudur. İsterlerse kredinin faizini yeniden düzenlerler, isterlerse “hemen kredinin hepsini ödeyeceksin” diyebilirler. Ne tür bir banka ile çalıştığınızın bu açıdan hiçbir önemi yoktur.

İşsizlik hala yüksek oranlarda, iş arayan bir dünya insan var. Bu yüzden çalışanların motive olması, onların mutlu olup müşterilere de kaliteli hizmet vermesi vs gibi söylemlerin aslı astarı yoktur. Onları makine gibi görüp en ucuz maliyetle en çok nasıl çalıştırabilirseniz çalıştırın.

Teknolojiyi ihmal edin. Firmanızın kesinlikle internet sitesi olmasın, facebook, twitter vb “şeylerden” uzak durun, internetten işinizle ilgili rakiplerinizle ürünlerinizle ilgili araştırmalara girmeyin. Ülkemizde ve dünyada sizin yaptığınız işi kim nerede nasıl yapıyor araştırmayın. En iyi yol bildiğiniz yoldur.

Yeni fikirlere kapalı olun. Batan yahut devleşen birçok firmanın serüvenine şahit olan banka finans sektörü çalışanlarına her hangi bir konuda aman bir şey danışmayın. Finansal kuruluşların özellikle Ticaret ve Sanayi Odaları ile müşterek düzenledikleri katılımın ücretsiz olduğu ve teşvik edildiği “KOBİ toplantıları” vs gibi organizasyonlara iştirak etmeyin. Fuarları da zinhar takip etmeyin, fuarlara gidip işinizle ilgili, sektörden diğer insanlarla tanışıp ürünleri görmekle, rakipleri tanımakla vs vakit harcamayın.

Güçlü yanlarınız nelerdir, zayıf kaldığınız alanlar nereler, pazarda fırsat var mı, acaba nelerdir, piyasadaki tehditleri tanıyıp buna göre tedbirler almak.. gibi konularda böbürlenmeden, bozulmadan, akıllıca düşünüp zaman ayırıp çalışmalar yapmayı aklınızdan bile geçirmeyin. Her şey olacağına varır.

Devletin birçok alanda özellikle üretim yapan firmalara sağladığı muazzam avantajları araştırmayın, bunlardan faydalanmayın. Kimlere ne tür teşvikler verilebiliyor, hibelerin şartları nelerdir, yurt dışındaki fuarlara katılımlarda nerelerden ne destekler mümkün, KGF de neyin nesi gibi konular ehline malum, yapan yapıyor zaten. Tamamen ihmal edilesi konulardır.

Firmaları batıran (tersi durumda ihya eden) pek çok başlıktan bir çırpıda sayılabileceklerden sadece bir kaçı.. Umarız önümüzdeki yıllarda kurulan firma sayıları artarken kapanan firma sayıları da azalır, 100 firma açılıyorsa kapananların sayıları şimdiki ellilerden kırklardan en kısa zamanda tek hanelere düşer…

Katılım Bankaları? İkna edilmeyi bekleyen geniş bir kitle var



Türk bankacılık sistemine dâhil edilen eskinin özel finans kurumları şimdinin katılım bankaları büyümelerine son sürat devam ediyorlar.

Küresel finans piyasalarında ismi “İslamic Banking” yani İslami bankacılık olan bu sektörün ülkemizdeki son zamanlardaki hızlı büyümesi esasında çok geç kalmış bir büyüme. İlk katılım bankasının faaliyete başlamasından bugüne 25 yıldan fazla süre geçti.

Bugün dört katılım bankası yedi yüz şube ve on beş bin personelle faaliyet göstermekteler. Aradan geçen bunca yıla rağmen katılım bankalarının bankacılık sektöründeki pazar payı çok kısıtlı kaldı.

Eylül sonu itibarıyla sektörün elde ettiği 15 milyar TL’lik net karın sadece 600 milyon TL’si katılım bankalarına ait, yani yüzde 4’ü. Kredilerde ve mevduatta da yaklaşık yüzde 5,5 paya sahipler katılım bankaları. Kuruluşları merhum Özal’ın çabalarıyla 80 ihtilali sonrası, özellikle muhafazakâr kesimin faizli bankalarla çalışmaktan imtina etmesi nedeniyle gerçekleştirilmişti.

Birikimi olanların mevduatlarını alarak bunlarla krediye ihtiyacı olanları fonlayan katılım bankalarının bu kadar düşük pazar payına sahip olmalarının en büyük nedeni tabi ki yıllarca şubeleşmede geri kalmış olmaları.

Bugün 700 olan katılım bankalarının toplam şube sayısı bundan on yıl önce sadece 100 civarında idi. Şubeleşememenin en büyük nedenlerinden biri de finansal piyasalardaki çalkantılardan ziyade siyasi bakış açısıydı. 1980 ihtilalini yapan generaller ikna edilerek kurulmuşlardı ama sonraki yıllarda bu sektörün palazlanmasına bir türlü izin vermediler.

Uzun yıllar diğer bankalar topladıkları mevduatın büyük bir kısmını yüksek faizlerle devlete satarken katılım bankaları topladıkları fonlarla sadece hep reel sektörü fonladılar. Bugün katılım bankaları topladıkları mevduattan daha fazlasını reel sektöre aktarmış durumdalar.

Eylül sonu itibarıyla mevduat bankalarının topladığı 100 liranın 43 lirası tahvil bono gibi kâğıtlarda iken Katılım bankalarının topladığı mevduat 100 birim olmasına rağmen dağıttıkları kredi miktarı 102’yi geçmiş durumda. Mevduatın haricinde yurt dışından kaynak aktarımı da önemli rakamlara ulaşacak önümüzdeki zamanlarda.

Katılım bankalarının önündeki en büyük engel kendilerine karşı olumsuz bakış açısına sahip geniş bir kitlenin oluşu. İslami bankacılık kavramının içini dolduramayan kişilerin odakların ikna edilmesi katılım bankalarının en öncelikli işi. Özellikle reklamlarla vs kendilerini ve sistemi geniş kitlelere tanıtmalılar, kafalardaki soru işaretlerini ciddiyetle ve basitçe izah etmeliler.

İslami kurallar çerçevesinde yapılabilecek bankacılığın en güzelinin yapıldığına dair geniş bir kitle ikna edilmeyi bekliyor. Bu açıdan Türkiye Katılım Bankaları Birliği’ne çok görev düşüyor. Birliğin atıl yapısından sıyrılıp bir an önce aktif bir yapıya bürünmesi bu açıdan önem arz ediyor. Yoksa sayıları sadece dört olan katılım bankalarının her birinin üç yüz-beş yüz pazarlamacısının tanıtım ve pazarlama faaliyeti ile mevduat bankalarından pazar payı alabilmeleri, kendilerini geniş kitlelere tanıtabilmeleri çok zor…

Bankalar için çıldırma vakti

Yılın son çeyreğinde, özellikle de yılın son ayında bankalar çılgınca işler yapmaya başlıyorlar. Kendi aralarındaki rekabeti de son derece bozan işlemler oluyor bunlar genelde. Sermaye Piyasası Kurulu Başkanı Vedat Akgiray tezgâh altı mevduat faizinin %12’ye çıktığını ifade etti. Piyasa ile az çok ilgili olan herkesin malumu, ilgililerin de en azından bildiklerini öğrenmiş olduk bu açıklaması ile. %12 faiz veren bankanın internet sitesine baktığımızda maksimum faizin %7,50 olduğunu görüyoruz.

Ancak parasını cebine koyup şubeye giden müşteriye, ilan ettikleri oranların çok çok üzerinde faiz veriyorlar. Yasak olmasına rağmen bu uzun bir süredir bu şekilde devam ediyor. Yılı olabildiğine yüksek mevduat toplayarak kapatıp bilançolarına makyaj yapıyorlar daha güzel görünmesi için bilançolarının. Ara sıra Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu Başkanı sert çıkışlar yapıp sektörü azarlıyor ama bu azarlamaların bir yaptırım gücü olmadığı için çok da ciddiye alınmıyor gibi görünüyor.

Ülkemizde zaten maalesef sermayesi güçlü olan, bazı şeyleri pervasızca yapsa da otorite cesurca ceza vermeye çekiniyor. Bunu en son maaş ödemeleri konusunda aralarında anlaşıp rekabeti yok eden uygulamalar yapan bankalara verilen komik cezalarda gördük.

7 adet banka, rekabeti yok eden uygulamalarla aralarında sözleşme imzalamışken ve her şey bu kadar açık iken Rekabet Kurumu’nun normalde cirolarının %10’una kadar ceza verme yetkisi varken bunlara sadece cirolarının binde beşi kadar bir ceza kesebildi ki milyar dolar karlar elde eden bankalar için gerçekten çok komik kaçmıştı bu “ceza”lar.

Bankaların esas patronu Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu. Ama bankalara çeşitli alanlarda başka kurumlar da müdahale ediyorlar. Birden fazla kurumun bankalar üzerinde denetleme yapıp onlara cezalar kesebilmesi özellikle bankaların halkla ilişkilerindeki aksaklıklarının gözden kaçmasına neden olabiliyor. Dosya masraflarını şişirip, kredinin gerçek maliyetini gizleyerek hala sıfır faizli kredi verdiklerini iddia edebiliyorlar.

Bu tür şeyler yoğun şikâyetlere söz konusu olsa da yıllardır bu konuya eğilen, yanlış bilgilendirme ile haksız rekabete yol açan uygulamaların üzerine giden olamıyor maalesef.

Zararın neresinden dönülürse kardır düşüncesiyle en basitinden mevcut bir kurumun içinde bir kurul oluşturularak bankalar hakkında en azından gerçek kişi müşterilerden gelen şikâyetler hemen incelenmeli ve en kısa zamanda yaptırımı olan kararlar alınabilmelidir. Her biri bir avukatlar ordusu ile çalışan bankaların karşısında oldukça savunmasız kalan ve öyle ya da böyle bankalarla çalışmak durumunda olan kişilerin yanında yer almalıdır otorite.

Çok vergi veriyor, istihdam yaratıyor vs diye artık bankaların haksız uygulamalarına göz yumulmamalıdır. Önümüzdeki süreçte karlılık anlamında daha da zor yıllar geçirecek olan bankacılık sektörüne bu tarz sıkı denetimler artık elzem görülüyor.

29 Kasım 2011 Salı

Yetmez ama Evet!



1997’de bir kurulun atanmasıyla faaliyete başlayan Rekabet Kurumu, geçtiğimiz hafta sektörün büyük bankaları hakkında soruşturma açılmasına karar verdiğini duyurdu. Büyük bankalar ve maalesef üç kamu bankası da dâhil toplam 12 banka aralarında anlaşıp kredi kartı ücretlerinde, mevduat faizlerinde ve kredi faizlerinde ortak ücretler ve oranlar belirlemekle suçlanıyorlar. Rekabet Kurumunun temel amacı “piyasada hâkim durumda olan bir teşebbüsün bu hâkimiyetini kötüye kullanmasının engellenmesi” olarak ifade ediliyor.

Dolayısıyla bu soruşturma oldukça geç kalmış ama zararın neresinden dönülse kardır kabilinden bir soruşturma olacaktır.

Bankacılık sektörü rekabetten yıldan yıla uzaklaşmaktadır. 48 bankanın faaliyet gösterdiği Türk bankacılık sektöründe bu yılın ilk dokuz ayında elde edilen net karın %50’sini dört büyük banka (İş, Ak, Yapı Kredi, Garanti) ve %27’sini üç kamu bankası (Ziraat, Halk, Vakıf) elde etti. Yani 7 banka net karın %77’sini götürürken geri kalan %23’ü ise 41 banka bölüşmekte.

Başka verilere oranlara bakmaya hacet yok, bankacılık sektöründe rekabet hak getire. Üç beş banka oranları komisyonları keyfince belirlemekte, diğerleri de lideri izleme stratejisi ile büyük bankaların belirlediği ücretlere göre kendi ücretlerini belirlemekteler.

Bu keyfi ve denetimden uzak sistem “üretenin çalışanın hizmetinde olması gereken bankalar” yerine “bankalara hizmet eden çalışanlar ve halk” sonucunu doğurdu.

Bunun sorumluluğu banka yöneticilerinden çok onlara bu boş meydanı veren bu imkânı sağlayıp dilediklerince at koşturmalarına olanak sağlayan otoritelerde. Özel sektörün kapitalist düzende hırsla daha da fazla kazanmak istemesi anlaşılır bir durum. Ama ülke yöneticilerinin ve otoritenin bu hırslı sektörü dizginlemeyip halkı bunların insafına terk etmesi kabul edilebilir bir durum değil.

Geçtiğimiz aylarda Rekabet Kurumu, maaş ödemeleri konusunda aralarında anlaştığı tespit edilen bankaların soruşturmasını tamamlamıştı. Normalde geçtiğimiz yıl cirosunun %10’una kadar ceza kesebilme yetkisi varken kanunen, ceza oranı bu bankalar için yüzde yarımın dahi altında kalmıştı, muhtemelen siyasi müdahale ile.

Geçmişteki bu duruma bakılacak olursa güçlü sermayeye, bankalara karşı Rekabet Kurumu’nun dik duramadığını, yüksek para cezaları veremediğini söylemek mümkün. Muhtemelen kredi kartı ücretlerinde ve mevduat ile kredi faizlerinde aralarında anlaşıp ortak-yakın fiyatlar belirleyen bankalara da yaptırım gücü olan ağır cezalar veremeyecek Rekabet Kurumu.

Bankalar hakkındaki son soruşturma, etik dışı çalışmayı ilke edinmiş bankalar hakkındaki şikâyetlerin ayyuka çıkması üzerine dostlar alışverişte görsün kabilince bir gaz alma operasyonu olacak muhtemelen. Her şeye rağmen hiç aksiyon alınmamasındansa şimdilik bu tür bir soruşturma açılması haberi dahi sevindirici. Umalım ki yeterli ve zamanında denetimlerle sektörde etik çalışmayan bankalar bu alışkanlıklarından öyle ya da böyle zaman içinde vazgeçirilir.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Kredi kartları toz duman



Bankalar oldukça iştahlı bir şekilde, şahıslara verebildikleri kadar kredi kartı verdiler, aynı iştahla da iş yerlerini POS'larla donattılar. Ağustos sonu verilerine göre yaklaşık 50 milyon kredi kartı, 2 milyon adet POS bulunuyor piyasada.

Kredi kartı kullanılarak yapılan hemen her işlemden az ya da çok vergi kesildiği için, işine geldiği için otoriteler de bankaların bu agresif kredi kartı ve POS dağıtımını sessizce izlediler. İşleri hiç de yolunda gitmeyen milyonlarca insan gittikçe artan bir ivmeyle kredi kartlarından nakit çekmeye başladı. Yüksek faiz oranları herkesin malumu ancak denize düşen yılana sarılır misali nakit çekim sürekli arttı.

Çılgın bir tüketim toplumu olma yolunda küçük Amerika olma yolunda hızla ilerliyoruz toplum olarak. Ekranlardan gördüğümüz, bize gösterilen lüks hayat hepimizi cezbediyor. Kredi kartının “olan paramızı harcamakta bir araç” olduğunu unutup onu, “olmayan parayı harcayarak bir borçlanma aracı gibi” kullanıyoruz.

Aylık harcamasının sadece beşte birini ödeyebilen yaklaşık 2,5 milyon kişi, aylık harcamasının ancak yarısını ödeyebilen 4 milyon kişi olduğu tahmin edilmekte. Bunların bir kısmı mecburiyetten kredi kartından nakit çekim yapanlar ve harcama yapanlar, bir kısmı da maalesef ayağına yorganına göre uzatmayanlar. Parası olmadığı halde kredi kartıyla 18 taksit vs her şey dahil lüks otellerde tatil yapabilen bir topluma dönüştük.

Sonuçta çığ gibi büyüyen kredi kartı borçlarında nakit çekimin ağırlığı artınca Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu geçtiğimiz yıl 17 Aralık'ta bir yönetmelik yayımladı. Kredi kartı borcunun en az yarısını ödemeyi bir nevi zorunlu tuttu: “Bir takvim yılı içerisinde en fazla üç defa, dönem borcunun yüzde ellisine kadar ödeme yapılan kredi kartlarının limitleri, dönem borcunun tamamının ödenmesine kadar arttırılamaz ve bu tür kartlar nakit kullanımına kapatılır” Bu maddenin, yönetmeliğin yayımı tarihinden itibaren 6 ay sonra yürürlüğe gireceğini de açıkça belirtti.

Buna rağmen bu süre zarfında ne bankalar ne medya ne de tüketici dernekleri bilgilendirme yaptılar. Şimdi kredi kartının yarısından azını ödeyebilen yaklaşık 4 milyon kişi, aileleriyle birlikte kabaca 10 milyonun üzerinde kişi bu durumdan etkileniyor. Bunların arasında mecburiyetten kredi kartıyla borçlanıp bu miktarı ödeyemeyen kesim de maalesef hayli fazla.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'nun iyi niyetli bu düzenlemesi bu kesimin kredi kartlarını nakit çekime kapattı, kapatacak. Ancak bu kesimden önemli bir miktar insan öyle veya böyle kartı kullanarak nakit sağlamak zorunda. Bunların bu saatten sonra gidebilecekleri tek yer sokak aralarına kadar yayılmış POS'lu tefeciler. Kontörcü, cep telefoncu, kuyumcu vs tabelalar altında faaliyet gösteren önemli sayıda iş yeri, bu kişilerin boş limitleri kadar satış yapmış gösterip yüzde on beş civarlarındaki kesintiyle bu kişilere nakit verecekler.

Alışveriş sitelerinden vs kredi kartıyla altın alıp bunu kuyumculara bozdurup nakit elde etmek de sık kullanılacak bir yöntem ki tefecilerin yaklaşık %15'lik kesintisinden az bir kesinti olmuyor bunlarda da. İyi niyetle yapılan bu tür sert düzenlemeler asıl sorunu ortadan kaldırmıyor maalesef. Borçlanmak zorunda olan insanları bir yerden başka bir yere sevk ediyor sadece.

Dikkat, bundan sonra bankalar kart borcunun yarısından fazlasını ödeyebilen ellerinde kalan müşterilere dört elle sarılacaklar. Sadece bu kişilerin kart limitleri sorunsuzca arttırılabildiği için ve nakit çekime açık kaldığı için öncelikle bu müşteriler tek tek aranıp, bunlar da bu girdaba düşmeden bir an önce, kart limitleri arttırılmaya çalışılacak.

Bankaların yapacağı ikinci şey de sistemdeki “öteleme” açığından yararlanmak. “Kredi kartı borcunu ödeyemiyor musunuz, kart borcunuzun hepsini biz ödeyelim, borcunuzu öteleyelim, siz bize bunu borçlanın” mantığıyla borç sarmalını genişletecek bir açık hala mevcut sistemde. Bu açığı da tepe tepe kullanacak bankalar.

İşsizlik hastalık vs gibi mecburi nedenlerle hesaplı bir şekilde mecburiyetten bu yöntemleri kullananlar bir yana… Ancak daha fazla can yanmadan kendimize hakim olarak, olmayan parayı harcayıp kredi kartından bol bol harcama yapıp zor durumlara düşmeyelim. Kredi kartıyla alınan şeyin bedava alındığı gibi bir hissi artık bırakalım ve ayağımızı yorganımıza göre uzatalım.

Son söz, kredi kartı, olan parayı harcamak için bir araçtır, gelecekte kazanılacağı varsayılan paralara güvenip harcama yapılarak borçlanılacak bir araç değildir.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Ninja’lar artıyor



Star’dan Hüseyin Özay’ın anlattığına göre bankalarımız Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu tarafından NİNJA krediler hakkında uyarılmış.. NİNJA tabiri, İngilizce “No Income, No Job, no Asset” kelimelerinin baş harflerinden, geliri, mesleği ve hiç birikimi olmayan kişileri tasvir etmekte kullanılıyor. Amerika’da bu kişilere verilen mortgage kredileri, faizlerinin de değişken olması yüzünden, geri dönmeyince o malum “mortgage krizi”ni tetiklemişti. Bizde de bu tür kişilere verilen krediler varsa da bunların geri ödenmemesi tek başına bir kriz meydana getirmez.

Odaklanılması gereken şey bu kredilerin sektör için risk oluşturup oluşturmadığı değil aslında. Sektörde belli bazı bankalar, bu tür kişilere yönelik özellikle pazarlama yapıyorlar. Gayrı menkul kredisi kullandırımlarında nasıl olsa krediye aracılık edilen mülk teminat alınıyor, müşteri borcu ödeyemezse gayrı menkulü satarız olur biter basitliğiyle yaklaşmak çok yaygın bankacılar arasında. Banka çalışanlarını buna iten de yöneticileri.

Her sene katlanarak artan satış hedeflerini gelir hedeflerini gerçekleştirmek için yöneticilerin bazen yönlendirmesiyle bazen göz yummasıyla etik dışı işlemler çok yaygın hale geldi bankacılık sektöründe. Anlı şanlı bankaların şubelerinin gelirlerini daha yüksek gösterip genel müdürlükten ekstra prim alabilmek için açıkça ahlaksız işlemler yaptıklarını sektör çalışanları itiraf ediyorlar. Vadesiz hesabında para olan müşterilerin hesaplarından “yıllık hesap işletim ücreti 3.taksit” vb gibi tamamen uydurma açıklamalarla keyfe keder paralar kesilmesi, aslında 50 lira masrafı olan bir işlem için müşterinin hesabından 100 lira almak gibi şeyler en yaygın yapılan işlerden sadece bir kaçı.

Bankacılık Düzenlenme ve Denetleme Kurumu iyi niyetle çalışan bir kurum. Ancak önceliğini vatandaşı bankalara karşı korumak üzerine kurmamış, yetersiz kadrosuyla bankaları epey geriden takip etmeye çalışan hantal bir yapı. Hala bankaların “0,49 faiz ile kredi” gibi tamamen kandırmaca ilanlarının önüne geçmedi, geçemedi mesela. Bankalar açık açık, masrafları gizleyerek çarpıtarak yalan söyleyerek reklamlarını her mecrada hala yayınlayabiliyorlar. Dolayısıyla tüketicinin şunu anlaması gerekiyor, bankalara karşı onu koruyan bir yapı yok. Bankalarla çalışan kişiler sektör hakkında bilgi sahibi olacak, hakkına parasına sahip çıkacak. Yoksa banka yöneticilerinin kişisel ihtirasları uğruna, çalışanlara hedef baskısı yüzünden yüz liralık maaşı olana bin liralık kredi kartı da verilir, geliri olmayana gayrı menkul kredisi de verilir. İş işten geçtikten sonra bankaları uyarmanın bir anlamı da kalmaz.

21 Eylül 2011 Çarşamba

Altın’da 2000 Dolar uzak değil



Altın fiyatları inişli çıkışlı seyrine tam sürat devam ediyor. Geçen yıl bu zamanlar 1 ons’u 1200 dolar civarında olan altın fiyatları geçenlerde 1900 doların üstünü gördükten sonra şu sıralar 1800’ün altına inmiş durumda. Şimdi herkesin birbirine sorduğu soru ise altındaki seyrin aşağı yönlü mü yoksa yukarı yönlü mü olacağı.

Bunu konuşmaya başlamadan önce çok kısa bilinmesi zorunlu bir iki teknik bilgi edinmekte fayda var. Bunlardan ilki ve en önemlisi altın fiyatlarının ülkemizdeki arz talepten etkilenmediğidir. Düğün aylarının gelmiş olması, arzın artmış olması, altın piyasasının kalbi Kapalıçarşı’nın sinek avlaması altın fiyatları üzerinde hiçbir etki meydana getirmez. Altın fiyatları temelde Londra Altın Piyasası’nda belirlenir. İkinci olarak bilinmesi gereken husus altın fiyatları ons ve Amerikan Doları bazında takip edilir. Kıymetli madenler için 1 ons yaklaşık 31,1 grama eşittir. Bundan anlaşıldığı üzere üçüncü ve sonuncu belirtilmesi gereken şey de altının TL fiyatının bire bir doların artmasına azalmasına bağlı olarak değiştiğidir. 19 Eylül’de altın fiyatları keskin bir şekilde düşerken doların da aksi yönde sert bir şekilde 1,80’in üzerine çıkması yüzünden altının gram bazında TL fiyatı bu nedenle bu tarihte pek değişmedi. Dolar-TL paritesine aldanmadan trendi takip etmek için muhakkak altın fiyatları Ons-Dolar bazında takip edilmelidir.

19 Eylül 2011’i 1776 Dolardan kapatan altının aynı gün geçmiş 5 yıldaki fiyatları şöyle idi (1 ons/dolar) : 1279, 1012, 869, 725, 583. Şimdi soru, “altın yeterince değerlendi, hatta hak ettiğinden bile fazla değerlendi ve bu fiyat aslında bir balon” mu, yoksa “değerini bulmadı henüz, kısa zamanda gidecek yolu var” mı?

Altının global piyasalarda değerini en çok arttıran şey lokal ve sınırlı arz talepten ziyade gelişmiş ülkelerin ekonomilerinin durumudur. Amerika ve lokomotif Avrupa ülkelerinin ekonomik durumu stabil ise yani bu ülkelerde her şey yolunda ise altın pek rağbet görmez ve fiyatlarında ani değişiklikler meydana gelmesi beklenmez. Durum tersi ise yatırımcılar bu ülkelerin kağıtlarını (bu kağıtlara para da dahil) ellerinde bulundurmak istemezler ve paralarını kağıt yerine her zaman kolayca nakde yahut takasa girebilen bu kıymetli madene yönelirler. Altının gelecekteki fiyatının ne olacağı beklentisinin ardında temelde işte bu durum yatar. Şimdi geleceğe yönelik fiyat tahminleri yaparken temel faktörlerin durumuna bakalım kısaca. Amerika’nın durumu stabil mi? Uluslar arası kredi derecelendirme kuruluşu S&P, ABD’nin kredi notunun “tekrar” düşebileceğini açıkladı. ABD 10 yıllık tahvil getirileri 1960’tan sonra ilk kez %2’nin altına geriledi. Lokomotif Avrupa ülkelerinde ve diğer önemli ülkelerde ekonomik durum stabil mi? Sadece Amerikan tahvilleri değil, Almanya ve Japonya’nın tahvilleri de tarihi düşük getirilerinde. 10 yıllık İngiliz tahvilleri ise1900’lü ve 2000’li yıllarda görülmemiş düşük getiri seviyelerinde. Uzun vadeli devlet tahvillerin getirilerinin düşük olması, bu ülkelere yönelik gelecek beklentilerinin karamsar olduğunun göstergesidir. Nitekim Moody’s, Fransız bankalarının da notunu düşürdü. Bir çok önemli Avrupa ülkesi borç batağında ve Avrupa Birliği kendini kurtarmak için çırpınıyor.

Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç nedir altın fiyatları açısından? Önümüzde büyük devletlerin ekonomik durumları hakkında karamsar bir tablo var. Bu karamsar tablo büyük yatırımcıların mecburen altına yönelmesini sağlayacaktır. Avrupa Birliği ülkelerinin borç batağı içinde olması, kur savaşları, tahvillerin inanılmaz düşük getirileri gibi durumlar güçlü bir altını teşvik eden etmenler. Nitekim HSBC de geçtiğimiz günlerde geleceğe yönelik altın fiyatları tahminlerini yükseltmek durumunda kaldı bu tablo yüzünden.

Şu tarihte şu fiyat olacak gibi bir şey söylemek zaten tahmin olmaz bilgi olur. Ama lafı dolandırmadan söylemek gerekirse, önümüzde bu tablo varken, şimdilerde 1700-1800 arasında dolaşan altın fiyatlarında yakın zamanda 2000 doları göreceğimizi tahmin ediyoruz.

Son olarak, altına yatırım yapıyorsanız ya da yapmayı düşünüyorsanız, bu piyasayı yakından takip eden uzmanların ve akademisyenlerin hazırladığı, altın hakkında güvenilir bilgiler sunan saglamaltin.com sitesini takip etmenizi öneririm.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

En iyi ekonomistler milyonerlerdir



İki hafta önceki yazımızı “Dolar’ın 1,75 – 1,85 bandına gelmesi sürpriz olmayacaktır. Çok uzak olmayan bir zamanda altın gram fiyatında 100 TL’yi görmemiz de bizi şok etmemeli” diyerek bitirmiştik. Piyasalarda dolar ve altın fiyatları öngördüğümüz değerlere kısa sürede geldiler. Kısa zamanda anlık geri çekilmeler görülecekse de altın ve özellikle dolar için bu düzey artık tutunma rakamlarıdır, bu düzeylerin çok altına inip orada kalmaları beklenmiyor. Altında ise beklenti hala yukarı yönlü.

Ekonomi piyasalarını takip edip öngörülerde bulunmak isteyenlerin önündeki en büyük engel maalesef ekonomistlerimizdir. Tarafsız bir şekilde gelişmeleri yorumlayıp aktarması beklenen ekonomistler fena halde politize olmuş durumdalar. Gelişmeleri yorumlamalarına bakıldığında bu fena halde açığa çıkıyor. Bir yanda yandık bittik, kriz kapıda, perişan olacağız diye bardağın sürekli boş kısmına odaklananlar, diğer yanda ise ekonomide sanki her şey dört dörtlük yolundaymışçasına etrafa pembe gözlüklerle bakan ve herkesi de öyle bakmaya zorlayıp agresifleşen majestelerinin ekonomistleri. Bunlar da diğerleri gibi o kadar şirazeden çıkmış durumdalar ki hükümetin tehdit olarak kabul edip tedbirler aldığı konularda dahi o konuların bir olumsuzluk teşkil etmediğini ısrarla savunabiliyorlar. Bu yüzden bu tür ekonomistlerin söylemlerine kulak vermeden evvel, onların eğitiminden, geçmiş öngörülerinin gerçekleşme durumundan evvel politize olup olmadıklarının ve ne ölçüde ne yönde politize kişilikler olduklarının tahlil edilmesi gerekiyor. Siyasi kaftanlarını giyerek ekonomistliklerini ikinci planda tutan bu kişiler genellikle kasten verileri ve piyasaların gidişatını yanlı yorumlayabiliyorlar. Bu yüzden piyasaların gidişatını yorumlayıp doğru yatırım kararlarını erkenden alabilmek için öncelikle yabancı ekonomistlerin küresel yorumlarına dikkat etmek gerekiyor. Yine ülkemizde finansal danışmanlık hizmetleri sunan yabancı şirketlerin finansal açıklamalarını ve hamlelerini dikkatle takip etmek gerekiyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi, 3 Temmuz Pazar sabahı başlayan futbolda şike operasyonu hepimiz için beklenmedik bir olay iken bu yabancıların henüz Haziran ayında yaklaşık 10 milyon TL Fenerbahçe hissesi, 2 milyon TL’lik Galatasaray hissesi, yarım milyon TL’lik Beşiktaş ve Trabzonspor hissesi satarak kulüplerin hisse senetlerinden çoktan çıktıklarını unutmayın.

“Milyonerler” diye özetlediğimiz yüksek tutarda birikimi olan ve ferdi olarak hareket eden, yatırım kararlarını kendi kanaatleriyle sezgisel olarak şahsen yönlendiren çok sayıdaki kişi bu durumu zaten çözmüş durumda. Altın 90 liraya çıktığında bunu fırsat olarak gören küçük yatırımcılar bu fiyattan satış yaparken, yakından gözlemledik ki, bu milyonerlerimiz akın akın bu fiyattan bankalardan altın alımı yapıyordu. Onlar yine haklı çıktılar.

Yabancıların ve milyonerlerimizin reflekslerine bakınca şimdi şunu görüyoruz. Dolar alımları kısıtlı, ancak altın fiyatları 90 liralardayken alım yapmaya cesaret edemeyenler şimdi ons fiyatı 1750 dolar olan altının yakın zamanda 2000 dolarları göreceğini tahmin ederek gramı 100 liradan yüklü miktarlarda altın almaya devam ediyorlar.

Alın teri birikimlerini doğru yerlerde değerlendirmek isteyenler için son söz. Ekonomistlerin, yazarların hepsine kulak verin, ama kesinlikle onlara değil sadece kendinize güvenin.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Tüketici kredilerinde ve mevduatta bankalar

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu bu yılın ilk yarısına ait bankacılık verilerini 5 Ağustos’ta yayınladı. Bankalara getirilen bir takım yavaşlatıcı önlemlere rağmen bankalar tam gaz tüketicilere yönelik reklamlara devam ettiler. Mevduatta, konut ve taşıt kredilerinde hangi banka yılın yarısını nerede bitirdi? Dört temel kalemde sektörün durumuna bakacağız. Bu kalemlerde toplam meblağın yanı sıra bankaların büyüklüklerinden kaynaklanan farklılıkları göz ardı edebilmek için her bir bankanın şube başına düşen rakamlarını açıklayıp buna göre sıralamaları vereceğiz.

Tasarruf mevduatı, ticari olmayan, bireylerin tasarruf amacıyla bankalara yatırdıkları paraları ifade eder. 2010’un ilk yarı yıl sonunda bankalardaki tasarruf mevduatı tutarı 333 milyar TL iken bu yıl bu rakam %14 artarak 381 milyar TL’ye çıktı. Bankaların toplayabildikleri tasarruf mevduatlarına bakıldığında şube başına 45 milyon TL ve üzeri mevduat toplayabilen dört banka var. Bunlar sırasıyla Ziraat, İş, Albaraka ve Garanti. Topladıkları tasarruf mevduatı şube başına 25 milyon TL ve altında kalan bankalar ise HSBC, Şekerbank, Denizbank ve son sırada TEB yer alıyor. Diğer tüm bankalar ise şube başına 25-45 milyon TL tasarruf mevduatı topladılar.

Tasarruf mevduatına diğer mevduatı da ilave ederek esas toplam mevduata baktığımızda ise geçen yılın yarısında 526 milyar TL olan bu tutar %21 artarak 637 milyara yükseldi. Toplam mevduatta şube başına en çok mevduat toplayan bankalar sıralamasında 70 milyon TL ve üzeri meblağ ile dört bankayı görüyoruz. Bunlar sırasıyla Ziraat, Garanti, Vakıf ve İş Bankası. Şube başına en az toplam mevduatı olan bankalar sıralamasında en sonda ise şube başına 30 milyon TL altında kalan üç banka yer alıyor, bunlar Denizbank, Şekerbank ve TEB.

Konut kredileri 2010 yarı yılda 52 milyar TL iken bu tutar %37 artarak 71 milyar TL’ye çıktı. Şube başına en çok konut kredisi kullandıran ilk beş banka sırasıyla Finansbank, Vakıfbank, Garanti, Akbank ve Kuveyt Türk. Şube başına 5 milyon TL altında kalan en sondaki bankalar ise TEB, HSBC ve Şekerbank. Konut kredilerinde yaptığı yoğun reklamlar Şekerbank’a çok yaramamış. Reklamlarındaki 30 yıl vade vurgusu ters tepip uzun vadeden ürken müşterileri cezbetmeyip aksine onları kaçırmış görünüyor.

Son olarak taşıt kredilerindeki duruma bakacağız. Taşıt kredileri geçen yılın yarısında 4,4 milyar TL iken bu yılın yarısına gelindiğinde %50 artarak 6,6 milyar TL’ye ulaştı. Şube başına en çok taşıt kredisi kullandıran bankalar ise 1 milyon TL ve üzeri rakamlara ulaşan ING, Yapı Kredi, Garanti ve Akbank oldular. Bu kalemde en az taşıt kredisi kullandıran beş bankanın ise Albaraka, Ziraat, HSBC, Halkbank ve Şekerbank olduğu görülüyor.

Bankalara ne kadar tedbir getirilirse getirilsin bankalar agresif reklamlarına devam ederek tüketici kapma yarışına devam ediyorlar. Oranların artma eğiliminde olduğu önümüzdeki süreçte tablonun nasıl değiştiğini hep birlikte göreceğiz.

5 Ağustos 2011 Cuma

Dış ticarette son durum



Geçtiğimiz günlerde Türkiye İstatistik Kurumu Başkanlığı, Haziran 2011 dönemine ait dış ticaret istatistiklerini yayınladı. Alınan bazı tedbirlerle ihracatın diri tutularak ithalatın azaltılması planlanmıştı ancak verilere bakıldığında durumun istenilen şekilde gelişmediği görülüyor. Haziran ayında ihracat geçtiğimiz yılın aynı dönemine göre %19 artarak 11 milyar dolar oldu. Aynı dönemde ithalat ise %42 arttı ve 22 milyar dolar oldu. Yabancı ülkelere mal hizmet satarak yurda kazandırdığımız döviz 11 milyar dolar iken yurt dışından satın aldığımız mal ve hizmetlere ise 22 milyar dolar ödemişiz. Bu durumun sürdürülemez olduğunu herkes her ortamda dile getiriyor. Alınan ilk tedbirler bankalara olmuştu. Kredilerin yavaşlatılarak ithalatın dolaylı yoldan frenlenmesi planlanmıştı. Bekleme süresini doldurduk ve bugün gördüğümüz manzara sadece bankalara getirilen önlemlerle ithalatın hız kesmediği oldu.

Cari açığın düşürülerek makul seviyelere getirilebilmesi için ek önlemler alınacağı çok açık. Vergi artışı gibi daha sancılı önlemler yerine son günlerdeki gelişmelere bakılırsa alınacak ilk tedbirin kurların arttırılması olacağını söylemek mümkün. Nitekim şimdiden dolar 1,60 TL’den 1,70 TL seviyesine oturmuş durumda. Geçen yazımızda bahsettiğimiz gibi ithalat ihracat makasını daraltabilmek için en kestirme çözüm kurların kontrollü bir şekilde arttırılmasıdır. Kurların ne oranda hangi seviyeye kadar arttırılacağını kesin olarak söylemek mümkün değil. Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanvekili Ahmet Akbalık bir süredir sektörün devalüasyon isteğini açıkça belirtiyor. Aslında herkesin bildiği şeyler ancak herkesin açıklamakta çekingen kaldığı yegane çözüm bu süreçte devalüasyon. Akbalık, %20 civarındaki bir kur artışının ithalatı dizginleyeceğini ihracatı coşturacağını dolayısıyla cari açığın da böylelikle frenlenebileceğini söylüyor. Söylediklerinde son derece haklı. Cari açığı düşürmek için tüm piyasaları kapsayan tedbirlerle ekonominin tümüne yönelik değil özellikle tüketimle üretim yapan sanayiye yönelik tedbirlerin ayrıştırılması gerektiği son derece yerinde bir çözüm önerisi. Cari açık öyle bir noktaya geldi ki artık kur artışından başka herhangi bir tedbir cari açığı düşürmekte yetersiz kalacaktır. İhracatçıların istediği seviye 1,80 – 1,85 seviyeleri. Başbakan bu isteğe “ortasını yakında bulacağız” diyerek yanıt verdi. Çok uzun olmayan bir zamanda dövizde ortası bulunacaktır. Önümüzdeki dönem için kurların ne olacağını söyleyebilmek imkansız ancak ekonomistlerin tahminlerine göre en makul seviye tahmini doların 1,75 – 1,85 seviyelerine oturacağıdır.

Bu süreçte önemli bir diğer nokta da kurların artışından sonra ihracatın istenen seviyede gerçekleşebilmesi. Dünyada ortalık toz duman. En çok ihracat yaptığımız bölge Avrupa’nın durumu hiç iç açıcı değil. Kontrollü kur artışından sonra umudumuzu tamamen ithalatın azalmasına ihracatın artmasına bağlayacağız. İthal malların fiyatlarının artması kaçınılmaz olacak. Dolayısıyla ithalatta bir azalma tahmin etmek hiç de zor değil. Diğer kanatta da istediğimiz durumun olması için Avrupa’da işlerin rayında gitmesi gerekiyor. Geçtiğimiz ay en çok ihracat yaptığımız ilk üç ülke Almanya, İtalya ve İngiltere idi. Şayet Avrupa’da gündemde olan ülkelerin haricinde bir iki ülkede daha kriz çıkarsa ihracatçılarımız kur desteğine rağmen mal satışında zorlanacaklar ve bundan sonra en istenmeyen senaryo olarak diğer ilave tedbirler gündeme gelebilecektir.

26 Temmuz 2011 Salı

Piyasalar çıldırdı mı?


Piyasalar çıldırtıldı. Döviz ve altın fiyatlarının sıçraması işin içinde olmayan çoğu kişi için sürpriz oldu. Aslında bu manzarada, özellikle döviz fiyatları için, bir sürpriz yok. Olan biten tam olarak bir kontrollü devalüasyon, örtülü devalüasyondur. Bu kelimeyi kullanmak piyasaların huzurunu kaçıracağı için resmi makamlar otoriteler tarafından kullanılmaz, kullanılmayacaktır da, ama olan biten tam olarak bundan ibaret.

Son 1 haftadır bir tiyatro seyrediyoruz. Lütfen kronolojiye dikkat: 19 Temmuz’da AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Ekonomi İşleri Başkanı Dr. Bülent Gedikli, dünya ekonomisi üzerinde kara bulutların gözükmeye başladığını, bunun Türkiye’ye olumsuz etkileri olacağını ve tedbirli olunması gerektiğini açıkladı. “Ne varsa onu tutun. Fazla harcamayın, kriz kapıda” dedi. Ardından 20 Temmuz’da Başbakan Yardımcısı Ali Babacan basın mensuplarına konuşarak “olumsuz senaryolara hazırlıklı olmalıyız” dedi. Kokuyu alan derecelendirme kuruluşu Fitch de 21 Temmuz’da Türkiye’nin artık krize daha açık bir ülke olduğunu açıkladı. Bir gün sonra 22 Temmuz’da Merkez Bankası Başkanımız Erdem Başçı “Açık pozisyonu sınırlayan rahat eder” açıklaması yaptı, yani döviz artacak, döviz borçlarınızdan kurtulun mesajı verdi açık açık. Dün böyle konuşan başkaları vatan haini ilan edilip kriz simsarı olarak adlandırılırken hükümet üyelerinin ve otoritelerin birden bu söyleme geçmesinden mesajı alanlar aldılar. Tüm bu olanlardan ve açıklamalardan sonra Temmuz’a 1,60 TL’den başlayan Dolar 1,70 TL’nin üzerine çıktı. Bu çıkış bilinçli olarak yönlendirilmiş bir hareketin sonucunda meydana geldi. İthalatın patladığı, ihracatçıların belli bir banda sıkışmış döviz fiyatları karşısında kıvrandığı ve cari açığın sürekli artmaya devam ettiği bir ortamda “devalüasyon” beklenen bir gelişme olmalı. Devalüasyon nedir? Devalüasyon en basit anlatımıyla hükümet kararıyla döviz kurlarının belli bir oranda arttırılmasıdır. Döviz kurlarının artmasını neden ister bir hükümet? Döviz kurları artınca ithalat azalır, yurt dışından mal ve hizmet almak zorlaşır pahalı hale gelir, öte yandan ise bizim ürettiklerimiz döviz bazında ucuzladığı için bunları yurt dışına satabilmemiz kolaylaşır, ihracat artar. Böylelikle yurt dışına daha az döviz göndeririz, yurt dışından daha fazla döviz getirmiş oluruz. Yani şu an başımızın belası cari açığı azaltmak için önemli bir avantaj elde etmiş oluruz.

Yaşadıklarımız ve önümüzdeki dönemde yaşayacaklarımız cari açıkla mücadele için yetkililer tarafından bilinçli olarak tetiklenmiş bir süreçtir, "örtülü" ve Merkez Bankası "kontrollü" devalüasyondur. Bu devalüasyon öncekiler gibi akşamdan sabaha kurların % 20 vs arttırıldığı açık bir devalüasyon şeklinde olmayacaktır. Yatırım danışmanlık şirketlerinin ekonomistlerine göre, ay başına göre henüz % 7’lerde olan bu düzeltme önümüzdeki süreçte % 10 - % 15’i bulabilir. Yani Dolar’ın 1,75 – 1,85 bandına gelmesi sürpriz olmayacaktır.

Fiyatı uluslar arası piyasalarda oluşan altında ise ilginç bir durum yaşanıyor. Uluslar arası piyasalarda zaten ons’u 1600 Dolar’ı aşarak rekor seviyeye gelmiş altın, ülkemizde Dolar’ın da yükselmesiyle birleşince gramı 90 TLseviyesine geldi. Şunu çok açık, kısa ve anlaşılır bir biçimde ifade etmek gerekiyor: altın fiyatları uluslar arası piyasalarda zaten artış trendinde. Bizde döviz de artış trendinde olunca birleşen bu iki dalga ile çok uzak olmayan bir zamanda altın gram fiyatında 100 TL’yi görmemiz bizi şok etmemeli.

24 Temmuz 2011 Pazar

Vizeler ve dış ticaret


Bazı komşularımızla ve diğer ülkelerle vizelerin karşılıklı kalkması bir kısmımızda sevince neden olurken bir kısmımız ise bu ülkelerle vizelerin kalkması için verilen çabanın boş olduğu kanısındaydı. Özellikle orta doğu ülkeleriyle vizelerin kalkması neticede her şey bir yana ekonomik anlamda bizim için son derece olumlu bir gelişme idi. Bölgede meydana gelen gelişmeler en çok bu durumun sefasını sürmeye hazırlanan bizi etkiledi ama önemli olan buradaki insanların baskıcı rejimlerden bir an önce kurtulabilmeleri tabi ki.

Ürdün, Lübnan, Suriye gibi nispeten küçük ülkeler dünya çapında çok önemli ülkeler olarak görülmeseler de bizim için ekonomik anlamda önemli ülkelerdir. Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri ile olan dış ticaretimiz ithalat ihracat anlamında her zaman bizim aleyhimize işlemiştir. Yani bu ülkelere satış yapabildiğimiz tutarlardan hep daha fazlasını ödemişizdir, onlara net bazda dış ticarette para ödeyen taraf neticede hep biz olmuşuzdur. Oysa bu saydığımız küçük ülkelere ve bunların benzeri diğer ülkelere ciddi anlamda mal ve hizmet satarak para kazanıyoruz, dış ticarette terazi hep bizden yana ağır basıyor. O kadar ki sadece Libya, Suriye, Ürdün ve Lübnan’a ihracatımız 2009’dan bu yana Amerika’ya ihracatımızdan daha fazla hale geldi. Bu dört ülkeye geçen yıl sattığımız mal ve hizmetlerden 5 milyar dolara yakın para kazandık. Üretimin yanı sıra tam bir tüketim çılgını da olan stratejik ortağımız ve dünyanın süper gücü Amerika Birleşik Devletleri’ne ihracatımız ise sadece 3.8 milyar dolarda kaldı. Orta doğu ülkeleri ile vizelerin kalkması karşılıklı ticarete son derece olumlu katkı sağlamaya başlamıştı ki bölge karıştı. Er ya da geç bölge yine durulacak muhakkak. Vizesiz gidiş gelişlerin mümkün olduğu bu ülkelerden ithalat da artıyor elbette ancak esas artış ihracatta, durum bizim lehimize yani. Bu dört ülkeden son dört yılda toplam ithalatımız 4 milyar dolar iken ihracatımız ise 15 milyar dolar olmuş. A.B.D.’ye de bu dört yılda yapabildiğimiz ihracat yine 15 milyar dolar ama 41 milyar dolar ithalat yapmışız.

Bu ülkeler çoğu kalemde bizim ürettiğimiz kalitede mal ve hizmet üretmekten şimdilik uzaklar. Şehirdeki elit kesiminden dağ başındaki köyde yaşayan insanına kadar Türk dizileri müptelası halkları var. Bu dizilerin de büyük katkısıyla öylesine bir Türkiye hayranlığı var ki bölgede… Çin, ürettiği malların satışını kolaylaştırabilmek için etiketlerine Made in Istanbul, Turkey yazıp da gönderiyor bu ülkelere. Elimiz çok güçlü bu coğrafyada, bunu kullanabilmek için vizelerin kalkması çok yerinde oldu. Bölge durulup taşlar yerine oturduğunda dış ticarette ülkemiz lehine çok önemli hacimler göreceğimiz muhakkak.

Avrupa Birliği ülkeleri ile vize konusunda müzakerelerin devam ettiği malum. Amerika Birleşik Devletleri ise Visa Waiver Program denen bir vize muafiyet programı kapsamında 36 ülkeye vize muafiyeti uyguluyor. Bu program kapsamındaki ülkelerin vatandaşlarını vize almak zorunda kalmadan 90 güne kadar turizm veya iş için ABD'ye seyahatlerine imkan sağlıyor. Ülkemiz de bu program kapsamında yol haritası verilen 12 aday ülke arasında yer alıyor. Amerika Birleşik Devletleri ile olan işbirliğimiz sadece askeri alanda değil de turizm ve ticaret alanında da devam edecekse ülkemizin bu programa bir an önce dahil olması gerekiyor. Bizim ihracatçılarımızın önündeki en büyük engel maalesef vize problemidir. Vize probleminin aşıldığı ülkelerle ticaret ile başlayan yakınlaşma her alanda artarak devam edecektir. Eksenimizin ne yönde olacağı, bu ülkenin rotasının ne yönde olacağı biraz da ülkelerin vize uygulamalarına bağlıdır.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Kendinizi silkeletmeyin


Menkul Kıymetler Borsası, ülkemizde faaliyetlerine başladığı yıldan bu yana çeyrek asırdır kolay yoldan, kısa zamanda ve çok para kazanmak isteyenlerin her zaman gözdesi olmuştur. Azınlık bir grup dışında çoğu kişi böyle düşünerek girdiği borsada her zaman para kaybetmiştir. Şunun açıkça bilinmesi gerekiyor, borsada kısa zamanda çok büyük paralar kazanmak herkesin istediği ama çok çok az kişinin “başarabildiği” bir iştir. Borsadan bu yolla para kazananlar da büyük yatırımcılar, bu piyasanın kurdu olmuş yatırım danışmanlarıyla çalışan yabancılardır. Küçük sermayelerle gazete-dergilerden ilgili köşeleri takip ederek para kazanmaya çalışan küçük yatırımcılar ise bu piyasanın genelde kaybedenleri, keriz silkeleyici kurtların kurbanları, masum kuzucuklardır. Keriz silkeleme bize mahsus bir tabirdir. Sıklıkla piyasada bu işlemin yapıldığına maalesef şahit oluyoruz. Yasa dışı olduğu için bu kişilere operasyon üstüne operasyon düzenlenmekte ancak kısa zamanda çok para kazanan bu işi yapanlar her zaman bu işlemleri yapmaya devam etmekteler. En kısa şekliyle keriz silkeleme, halka arz edilme oranı düşük olan, “sığ” denilen hisse senetlerinin fiyatları düşükken satın alınması, sonrasında bunların fiyatlarının asılsız söylentilerle yükseltilip iştahlandırılmış kişilere satılması işlemidir. Bu aynı zamanda borsada sıklıkla kullanılan “manipülasyon”un da tarifidir, yasa dışıdır.

Sığ kâğıtlar (halka arz oranı düşük olan, küçük şirketlerin hisse senetleri) fiyat dalgalanmalarına çok müsaittir. Öğrenciyken fakültede aldığım bir ders sayesinde tanıştığım şimdi ismini hatırlamadığım bir yatırım danışmanı bunu anlatırken bir kağıt ismi vermiş ve bu sığ kağıtların fiyatlarının nasıl kolayca yönlendirilebileceğini ispat etmişti. Söylediği kâğıdın fiyatı onun basit al-sat oyunlarıyla dediği gün dediği oranda artmıştı.

Borsaya girecekseniz hiç olmazsa şunlara mutlaka dikkat edin. Küçük şirketlerin sığ kâğıtlarını almadan önce iyi düşünün. Gazete ve dergilerin borsa köşelerindeki yorumcuların verdiği akıllara itibar etmeden evvel bir daha düşünün. Unutmayın, yazdıklarının binlerce takipçisi olan o kişilerin de, onların patronlarının da paraları aynı piyasada çeşitli kâğıtlarda. Kısa zamanda kolayca çok büyük paralar kazanmak hırsından kendinizi kurtarın. Bu işlerin içinde olup tüm birikimini hisse senetlerine yatırmak yetmiyormuş gibi üstüne yüksek miktarlarda kredi çekerek borsaya giren ve batarak mahvolan insanlar tanıyorum. Bilmek de her zaman insanı yanlıştan koruyamayabiliyor işte. Kazanabileceğiniz parayı değil kaybedebileceğiniz parayı düşünün. Bu kaybedebileceğiniz para miktarı hayatınızı alt üst edecek miktarda ise tekrar tekrar ve iyi düşünün. Bu işin uzmanı değilseniz 150’ye yakın lisanslı aracı kurumlara devredin bu işi. Borsada yabancı banka, aracı kurum veya şahıs nam ve hesabına gerçekleştirilen işlemleri de iyi inceleyin. Piyasadaki kurt yatırım danışmanlarının portföylerini yönettiği yabancılar genellikle herkesten önce “havayı koklayarak” aksiyon alırlar. 3 Temmuz Pazar sabahı başlayan futbolda şike operasyonu hepimiz için beklenmedik bir olay iken bu yabancıların henüz Haziran ayında yaklaşık 10 milyon TL Fenerbahçe hissesi, 2 milyon TL’lik Galatasaray hissesi, yarım milyon TL’lik Beşiktaş ve Trabzonspor hissesi satarak kulüplerin hisse senetlerinden çoktan çıktıklarını unutmayın.

Borsa her geçen gün yapısal anlamda daha iyiye gidiyor. Umuyoruz “kumar oynamak”tan mütevellit “borsada oynamak” tabiri de bizde "borsada yatırım yapmak" olarak değişecektir.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Dış borçlarımız da özelleşiyor…


Ülkemizin dış borçları enteresan veriler içerir. Hemen her istatistikî veride olduğu gibi ülkemizin dış borçları verilerinde de çoğu kişi –maalesef- bulunduğu kampa göre bunları yorumlar. Bir grup görme özürlünün, filin bambaşka yerlerine dokunarak fili tarif etmeye kalkışması gibi birbirine taban tabana zıt yorumlar yapılmasının nedeni de bu sebeptendir. Kimisi, dış borçların arttığını ama bunların çoğunun devletin değil özel sektörün borcu olduğunu söyleyip pembe tablolar çizer, kimisi de tabloyu en ham haliyle yorumlayıp felaket tellallığı yapar.

Biz şimdi bu verileri mümkün olan en sade şekle sokup, pembe tablo çizmek yahut felaket çığırtkanlığı yapmak derdine düşmeden sadece olan biteni anlamaya çalışalım.

Birazdan üzerinde konuşacağımız ülkemizin dış borç verilerindeki temel kaynağımız Hazine Müsteşarlığı’nın 4 Temmuz’da güncellediği yayını “Türkiye Ekonomisi”dir.

Türkiye’nin dış borcu dendiğinde bu borcu yapan temelde iki sektör vardır. İlki devlet (kamu borcu), diğeri ise özel sektör borcudur. “Özel sektör borcu neden Türkiye’nin dış borcu sayılıyor” sorusuna verilebilecek en özet cevap ise şudur: “bu borçların kefili devlettir. Borç, sadece borcu alanın değil, aynı zamanda onun geri ödeneceğine kefil olanın da borcudur.” Bu bilgiden sonra dış borç yapısına baktığımızda özel sektörün toplam dış borçlar içerisinde 2005 yılında ağırlığı % 54 iken bu yıl Mart sonu itibarıyla % 67’ye çıktığını görüyoruz. Devletin borcunun azaldığı anlamına gelmiyor bu; özel sektör devletten daha fazla borçlanıyor yıllardır. Bu yüzden dış borçlarımız içinde devletin borcunun ağırlığı azalırken borçlarımızı özel sektör sürekli arttırıp, deyim yerindeyse dış borçlarımızı özelleştiriyor.

Cari açığın tehlikeli bir hal aldığı hükümet tarafından bile kabul edilip alınacak tedbirler konuşulurken bazıları da cari açığın kriz simsarları tarafından tehlikeli bir boyuta ulaşmış gibi gösterildiğini, aslında ortada tehlikeli bir durum olmadığını iddia ediyor. Bunu söyleyenlerin en büyük iddiası ise özel sektörün borçlarının yapısının daha da kısa vadeli hale gelmesi. Hâlbuki en son verilere göre özel sektör kısa vadeli borçlarının ağırlığı “inanılmaz artmış” durumda değil. Hatta 2005 yılında % 40 olan kısa vadeli borç oranı bugün % 37’ye düşmüş durumda özel sektörün dış borçlarında. Tam tersine, devletin borçları içindeki kısa vadeli olanların ağırlığı ise geçen dört yıl neredeyse sıfır iken 2010 ve 2011 ilk çeyrek sonu itibarıyla % 5’e çıktı. “Devletin kısa vadeli dış borcu sadece 4,9 milyar dolar. Özel sektörün kısa vadeli borcu ise 70 milyar dolar” diyerek sadece rakamlar üzerinden durumu açıklamaya çalışmak son derece yanıltıcı. Kriz simsarları herkesin malumu, ancak bunları öne sürmeye çalışarak cari açığı küçümsemek yahut başka mecralara çekmek pek doğru bir davranış değil.

Kamu dış borçlarımızda son durum ise özet olarak şundan ibaret; 2002’de 257 milyar TL olan kamu brüt borçlarımız % 93 artarak 2010 sonunda 497 milyar TL oldu. Merkez Bankası varlıklarını, kamu mevduatını ve işsizlik sigortasında biriken tüm meblağı toplayıp borçlarımızdan düşsek bile net 318 milyar TL borcumuz var. Kamu borcu da görüldüğü üzere sürekli artmakta ancak tabi ki bardağın yarısı da dolu. Dolu tarafa da bakmak gerekirse; 2002 yılında bu borçlarımız Gayrı Safi Yurtiçi Hâsıla’mızın % 62 sine karşılık geliyorken bu oran % 29’a düşmüş durumda. Yetersiz seviyede ama en azından borçlanma hızımızdan daha fazla üretim yapabiliyoruz artık. Borçlanırken ödediğimiz faiz oranları hem Türk Lirası’nda hem de dövizde düştü. 2002’de Euro’ya %10 faiz öderken bu faiz oranı bugün % 5’e düştü sözgelimi. Bu sayede de devlet, 2002’de topladığı 100 TL verginin 86’sını faize verirken, bu oran bugün 23’e düştü. Sevindirici olan bir diğer husus ise uzun zamandır para almadığımız IMF’ye borcumuz iki yıl içerisinde sıfırlanmış olacak mevcut ödeme planına göre.

İstatistik önemli bir bilim. Kim nereden bakıp neyi görmek istiyorsa rahatlıkla verileri o şekilde aktarabiliyor. Politik istatistik ise maalesef bizde de giderek yaygınlaşmaya başladı. Politik istatistik nedir, Winston Churchill’in özetiyle: “Delikanlı, parlamento üyesi olmak istediğini anlıyorum. Öğrenmen gereken ilk ders; ben bebek ölümlerinin oranları hakkında istatistiksel bir rapor istediğimde, benim bütün istediğim, benim başbakanlığım döneminde ölen bebeklerin sayısının başka birinin başbakanlığı dönemindekilerden daha az olduğunun kanıtıdır. Politik istatistik budur."

30 Haziran 2011 Perşembe

İslâm Âlemi ne âlemde?


Daha önceki bir yazımızda ülkeler arası sıralamalarda nerelerdeyiz sorusuna cevap vermiştik. Belli başlı ekonomik ve sosyal göstergelere bakıldığında ülkemizin tüm dünya ülkeleri sıralamasındaki yerini görmüştük. Gevşeyen Avrupa Birliği üyesi olma isteğimizin ardından yarı ciddi yarı blöf amacıyla sırtımızı Batı dünyasına, yüzümüzü İslam dünyasına çevirdik. Eksen kayması tartışmalarının temelinde yatan bu politika değişikliği ile İslam dünyasının önemli bir ülkesi haline geldiğimiz muhakkak. Bu coğrafyada çoğu ülke vatandaşlarının yaşanılası bir ülke olarak gördüğü ülkemizi bazı önemle kalemlerde bu ülkelerle karşılaştıralım. Ne durumdayız sorusuna geçen yazımızda olduğu gibi tüm dünya ülkeleri bazında değil de sadece İslam ülkelerini baz alarak bir karşılaştırma yapalım. Bu vesile ile “en”lerin İslam ülkeleri hangileri tanıyalım.

Öncelikle bakacağımız veri ülkelerin nüfusları. Nüfus, doğru kullanıldığında üretim için, kalkınma için en büyük güç. Üretime değil de tüketime kanalize edilen bir nüfus ise sefaletten başka bir şey getirmiyor. 2010 yılı verilerine göre, Endonezya (240 milyon), Pakistan (174 milyon), Nijerya (158 milyon), Bangladeş (150 milyon), Mısır (81 milyon) ve İran’ın (74 milyon) ardından yaklaşık 73 milyon ile dünyada en çok nüfusa sahip 7. ülkeyiz. Bu nüfus, İslam Konferansı Örgütü’ne üye 57 ülkeden yaklaşık yarısının nüfusunun toplamına eşit.

İslam ülkelerindeki insanların beklenen yaşam sürelerine bakıldığında ise en uzun yaşam sürelerinin en zengin ülkelerde olduğunu görüyoruz tabi ki. Katar ve Brunei 78 yıl ile insanların en uzun beklenen yaşam süresine sahip ülkeler. Türkiye 57 ülke arasından 73 yıl ile sıralamada 13. oluyor. Listenin sonlarındaki Sierra Leone, Afganistan, Çad ve Mozambik gibi fakir İslam ülkelerinde ise insanların ortalama yaşam süreleri sadece 45 ile 50 yıl arasında değişiyor.

Bakmamız gereken önemli bir veri de ülkelerin Gayrı Safi Yurtiçi Hâsıla’ları (GSYH). Çok kabaca ifade etmek gerekirse GSYH, üreten kişinin/kurumun milliyetine bakmaksızın, yerli yabancı ayrımı yapmadan, bir ülke sınırları içinde bir yılda üretilen nihai mal ve hizmetlerin parasal değeridir. Gayrı Safi Yurtiçi Hâsıla dediğimiz bu rakam ne kadar büyük ise ülkede o kadar çok üretim yapıldığı, o ülkenin ekonomik anlamda o kadar güçlü olduğu, refah düzeyinin de o kadar iyi olduğu genel kabul görmüştür. Bu önemli sıralamada ise ülkemiz 741 milyar Dolar ile listenin başında yer alıyor. Bu rakam 57 İslam ülkesi arasında 42 ülkenin rakamının toplamından fazla. Endonezya 511 milyar Dolar, Suudi Arabistan 468 milyar Dolar, İran ise 347 milyar Dolar ile bizi takip eden ülkeler. Listenin dibinde ise genellikle çoğumuzun ismini bile duymadığı 1 - 2 milyon nüfusa sahip küçük orta Afrika ülkeleri yer alıyor. 1,5 milyonluk nüfusunun yarısı Müslüman olan Guinea-Bissau, hemen hemen hepsi Müslüman olan 1 milyon nüfuslu Cibuti vb gibi...

İslam ülkelerinde kişi başına düşen yıllık gelirlere bakıldığında (halkı en zengin ülkeler) 89 bin Dolar ile Katar ilk sırada, 64 bin Dolar ile Birleşik Arap Emirlikleri ikinci ve 58 bin Dolar ile Kuveyt üçüncü sırada. Ülkemiz bu sıralamada 10 bin Dolar ile dokuzuncu sırada yer alıyor. Halkı en fakir olan, kişi başına düşen yıllık gelirin 400 Dolar’dan bile az olduğu ülkeler ise Somali, Nijer, Tacikistan ve Guinea-Bissau. Toplamda 20 İslam ülkesindeki yıllık kişi başı gelir 1,000 Dolar’ın altında..

Avrupa gibi refahın paylaşıldığı bir coğrafya değil İslam coğrafyası. Sadece fakirliğin paylaşıldığı bir coğrafya da değil. Bir yanda gelişmiş Avrupa ülkelerinden bile fazla zenginlik içerisindeki ülkeler, insanlar; diğer yanda açlıkla, yoklukla, diktatörlerle mücadele eden insanların ülkelerinden müteşekkil zor bir coğrafya ve biz bu iki zıt dünyanın ortasında yerimizi arayan bir ülkeyiz.

(Tüm verilerin kaynağı İslam Konferansı Örgütü’ne bağlı İslam Ülkeleri İstatistik, Ekonomik, Sosyal Araştırmalar ve Eğitim Merkezi’dir: sesric.org )

21 Haziran 2011 Salı

Ya hemen harca, ya da bekle


İki hafta önceki yazımızda “seçimden sonra zam yağmuru mu var” sorusunu gündeme getirip cevabını vermiştik. Evet, zamlar olacak ancak bunlar iğneden ipliğe her kalemde olmayacak demiştik özetle. Seçim sonuçları heyecanının yatışmasından sonra şimdi ortalık daha net. Zam-vergi artışı olmayacak denmesine rağmen bazı kalemlerde doğrudan yahut direkt artışların olacağı kesinlik kazandı denilebilir. Artışlar vergileri arttırmak suretiyle mi olacak, yoksa satın alınan ürünleri büyük ölçüde finanse eden banka kredilerinin maliyetleri arttırılarak, bu zamlar mümkün olan en az şekilde hissedilecek şekilde mi olacak? Şimdi konuşulan hangi kalemlerde tedbirlerin ne şekilde alınacağına yönelik.

İlk düzenlemenin otomotiv sektöründe olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu yılın ilk beş ayında satılan her 100 otomobilden 60 tanesi ithal otomobil oldu. Beş yıl aradan sonra otomotiv sektöründe ithalat ihracatı geçti. Yani Türkiye’de üretilen (aslında büyük ölçüde sadece montajı yapılan) araçları yurt dışına satıp ülkeye kazandırdığımız para, yurt dışında üretilmiş araçlara ve parçalarına gönderdiğimiz paranın altında kaldı. Esas sıkıntımız cari açık olduğuna göre yurt dışına giden her kuruşun kısılması için ithal malların satışı frenlenecek. Otomobil de bu kategoride ilk sırada yer alıyor. Piyasaya bu yönde en rahat müdahale banka kredilerinin maliyetlerini arttırılarak yapılıyor. Bu yüzden araç kredilerinden alınan vergi arttırılarak taşıt kredilerinin oranları yükseltilecek, kredi ile araç almayı planlayanlar bu maliyet artışı yüzünden araç alımlarını bir kere daha gözden geçirmek durumunda kalacaklar. Kredi ile işim olmaz, para biriktirip nakit alırım diyenleri de bu fikirlerinden caydırabilmek için tüm araçlarda, özellikle de ithal araçlarda ÖTV artışı mutlaka gündeme gelecektir. Sıfır araçlarda başlayan fiyat artışı dalgası ikinci ele de mutlaka yansıyacaktır. Yakın zamanda otomobil almayı planlayanların acele etmesinde fayda var..

Konut alımlarında kredi kullanımı epey yaygın. 2010’un Nisan ayı sonu itibarıyla 47 milyar TL olan konut kredileri bu yılın Nisan sonunda tüm önlemlere rağmen % 38 artarak 65 milyar TL’yi aştı. Bu kalemde getirilmesi muhtemel düzenleme de konut kredilerine vergi konulması. Şu an konut kredilerinden her hangi bir vergi alınmıyor. Diğer bireysel kredilerde olduğu gibi kullanılan kredinin en az % 15’i kadar (mevcut KKDF oranı) bir vergi konut kredileri için de söz konusu olabilir. İlaveten, satın alınmak istenilen konutun eksper değerinin en az % 25’inin satın alan tarafından peşin ödenmesi zorunluluğunda oran arttırılabilir. Şu an telaffuz edilen peşinat oranı % 40. Böylece bu iki önlemle konut kredisi kullanmak isteyenlerin satın alma istekleri ve satın alma güçleri frenlenmiş olacak.

Tüketicileri en çok etkileyecek muhtemel bir tedbir de kredi kartlarına getirilecek azami taksit sayısı olacaktır. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu yetkililerinin zaten epeydir her fırsatta sınır getirilmesi gerektiğini ifade ettikleri taksit sayıları bu defa kısıtlanacak gibi görünüyor. Artık 18 taksit beyaz eşya, 24 taksit mobilya vs gibi taksitlendirmeler olmayacak. Satın alma gücü olmayan kişilerin dahi taksitlere güvenerek harcama yapmaları yahut bu taksitli satışların kolaylığı ile en pahalısından lüksünden satın almalar frenlenecek bu tedbirle. Özellikle beyaz eşya sektörünün itirazları var bu konu ile ilgili ama bu itirazların ancak kademeli kısıtlamayı sağlamaktan öte geçemeyeceği düşünülüyor. Önce azami 18 taksit, 2012’den sonra azami 12 taksit.. gibi bir düzenlemeye gidilebilir bu itirazlar da göz önüne alınarak.

Çoğu dolaylı denebilecek bu tedbirlerden başka, bazı ithal mallara getirilecek doğrudan vergi artışlarıyla bunlara olan talep kısılmaya çalışılacaktır. Burada görülebilecek ilk vergi artışı, zaten sektöre malum, tekstil ürünlerinde olacaktır. Bununla da “ithal olanı değil, yerlisini kullan” yönlendirmesi yapılmış olacak.

Peki tüm bu tedbirler niçin? En özet cevap, ülke olarak döviz giderimiz döviz gelirimizden fazla olduğu için. Basit önlemlerle mal ihracatımızı, turizm gelirlerimizi vs bir an önce arttırıp bu açığı (meşhur cari açık) kapatamayacağımız için, tüm vatandaşlardan harcamalarını kısması isteniyor ki yurt dışına daha az para göndermiş olalım. Özellikle direkt ithal edilmiş malların yahut aslında önemli ve pahalı parçaları yurt dışından satın alınarak burada sadece montajı yapılmış “çakma yerli mallarının” satın alınmasından caydırılmak isteniyor tüketiciler. Tedbirler sadece bunlarla sınırlı kalmayacak, önümüzdeki haftalarda bunlar sıklıkla konuşuluyor olacaktır.

15 Haziran 2011 Çarşamba

Türk Hava Yolları’na nazar mı değdi?


Son zamanlarda dünya çapında başarılı sponsorluk anlaşmalarıyla sürekli gündemde olan Türk Hava Yolları 1933 yılında kurulmuş gözbebeğimiz bir kuruluş. % 51’i halka açık, kalan % 49’u Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın. Başarılı ortaklıklar, beğenilen dünya çapında reklamlar, takdir edilen sponsorluk anlaşmaları gayet güzel. Dışarıdan bakıldığında ilk izlenim olarak çok başarılı görünen durum biraz irdelenince aslında şirket için alarm zillerinin çaldığı söylenebilir.

15 bin personel ve 160 yolcu uçağı ile faaliyet gösteren Türk Hava Yolları’nda bu yılın ilk üç ayında yolcu doluluk oranı % 67’de kaldı. Yani tüm uçuşlarda tüm uçakların neredeyse üçte biri boş kaldı. Oysa Uluslararası Hava Taşımacılığı Örgütü’ne üye havayollarının yolcu doluluk oranı geçen yılın aynı dönemine göre düşmesine rağmen % 75 olarak gerçekleşti.

Şirketin finansal tablolarında gidişatın pek de parlak olmadığı kolaylıkla görülebiliyor. Sermaye Piyasası Kurulu düzenlemelerine göre hazırlanmış tablolara bakıldığında 2009 yılını 559 milyon TL kar ile kapatan THY’nin net karının 2010’da 286 milyon TL’ye düştüğü görülüyor. Bu yılın ilk çeyrek verilerine göre ise şirket 332 milyon TL zarar etti. Şirketler için kritik bir kalem olan kısa vadeli borçlar ise 2009 yılına göre % 60 artarak 3 milyar TL’yi aştı…

Bu ve buna benzer diğer pek çok verilerle şirketin halka açık %51’lik kısmının hisse senetlerine yatırım yapan yatırımcılar da zarar etmeye başladılar haliyle. Yılı 5,40 TL’den kapatan THY’nin hisse senetleri dün itibarıyla yılbaşına göre % 23 değer kaybederek 4,16 TL’den işlem görüyordu.

Avrupa’nın dördüncü büyük havayolu şirketi, yurt içinde 41, yurt dışında 134 noktaya uçuş yapabilmeye başlamış kaliteli ve milli bir şirketimiz THY. Yaptığı sponsorluk anlaşmaları ile reklamlarla yurt dışında ülkemizi çok güzel tanıtıyor. Dünyaca ünlü futbol takımları Barcelona ve Manchester United ile sponsorluk anlaşmaları devam ediyor. Bu yıl da Ukrayna’nın en önemli futbol kulübü Shakhtar Donetsk ve Hollanda’nın ünlü futbol kulübü Ajax ile sponsorluk-reklam anlaşması gerçekleştirdi. Yunanistan’ın en başarılı basketbol kulüplerinden Maroussi Basketbol Kulübü ile sponsorluk anlaşması, Avrupa basketbolunun kulüpler bazında en büyük organizasyonu olan Euroleague’in isim sponsorluğu, Avrupa`nın Euroleague’den sonraki ikinci büyük organizasyonu olan Eurocup`ın da Global Sponsorluğu, Yeni Zellanda’dan Çin’e kadar Dünyanın dört bir yanında yapılan ve en prestijli golf turnuvalarından biri olarak kabul edilen Avrupa Bayanlar Golf Turnuvası’nın Türkiye ayağının ana sponsorluğu gibi reklam sponsorluk anlaşmaları son derece başarılı işler. Ancak artık bunları finansal tablolara da yansıtmanın zamanı geldi. Ne olursa olsun, yılı milyonlarca TL ile zararla kapattıktan sonra bu tür anlaşmaların da artık devam edemeyeceği çok açık.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Seçimden sonra zam yağmuru mu var?


Seçimden sonra neden bir zam yağmuru olacak “söylenti”si var? Bu beklentinin en büyük nedeni son günlerin en öne çıkan nedenlerinden biri olan cari açığımız. Cari açık nedir? Özetin özeti bir açıklama ile, bir ülkenin döviz giderlerinin döviz gelirlerinden fazla olması durumudur. Bu durum belli bir süre sürdürülebilir olsa da kontrol altına alınamaz noktaya geldiğinde süt liman olan finansal piyasalar birden alt üst olabilir.

Şimdi bizdeki durum da bu aşamada. Kontrol altına almakta zorlanır hale geldiğimiz bu konunun “sorun” olduğu ekonomi yönetimimiz tarafından kabul edildi ve öncelikli konu haline geldi. Cari açığı azaltmak için yapılacak en basit şey ise döviz gelirlerimizi arttırırken döviz giderlerimizi azaltmak. Gelirleri arttırmak tabi ki istenilen bir çözüm, en sancısız olan çıkış yolu, ancak bunu kısa vadede sağlayabilmek çok güç olabilir. Daha kısa vadede çözüm sağlayacak ve durumu kontrol altına almaya yardımcı olabilecek diğer yol ise ülkenin döviz giderlerini mümkün olduğunca kısmak. Bu durumda yapılacak şey ise yurt içindeki özellikle ithalata dayalı tüketimi dizginlemek. Böylece daha az döviz harcayacağız, döviz gelirlerimiz artarken oluşacak bu durum cari açığı nihayet kontrol altına almamıza yardımcı olacak.

İthalata dayalı tüketimi dizginleyebilmek için yapılacak şey çok açık. Birçok ithal mala dolaylı ya da doğrudan vergi gelecek. Seçimden sonra A’dan Z’ye her şeye zam gelecek, her şeyin vergisi artacak beklentisi yanlış. Ancak yurt dışından satın alınarak ülkemize getirilen yani ithal edilen çoğu şeye zam geleceğini söylemek mümkün. En başta en çok para harcadığımız şey enerji ürünleri. Petrol ürünlerinin fiyatlarının olağandan daha hızlı artması beklenilen bir durum. Petrol ürünlerine yapılacak zamlarla yurt dışına en çok döviz ödediğimiz bu ürünün kullanımı azalabilir, hem de daha az tüketim olduğu halde daha yüksek tutarda vergi toplanabilir. En kolay vergi akaryakıttan toplanıyor, son tüketicinin pompaya ödediği 100 TL’nin ortalama 65 TL’si vergi olarak maliyeye gidiyor…

İthal mallardaki vergi artışı nihai mallardan ziyade ara mallarına hammaddelere makinelere gelecek beklentisi zaten piyasa tarafından bilinen bir gerçekti. İmkânı olan işletmeler ihtiyaç duyabileceği ithal makinelerin hammaddelerin ara malların tedariki için tüm imkânlarını kullanarak bunları temin etmeye çalıştılar. Bakanlar kurulunda bekleyen tebliğde özellikle Uzakdoğu’dan ithal edilecek tekstil ürünlerine hatırı sayılır bir vergi artışı getirileceği de biliniyor.

Maliye bakanı seçimlerden sonra her ne kadar vergi artışı ve zam olmayacağını söylese de piyasa çoktan tedbirini alıp elinden geldiği kadar erken ithalatını yaptı. Son tüketicinin ise bu durumda yapabileceği pek bir şey yok. Elektrik, benzin, doğalgaz, ithal araçlar başta olmak üzere pek çok kalemde seçim sonrası fiyatların artması hiçbirimize sürpriz olmayacak...

6 Haziran 2011 Pazartesi

Düğün ayları geldi, altın fiyatları artacak mı?


Halk arasında yaz aylarının gelmesiyle altına olan talep arttığı için altın fiyatlarının da arttığı gibi bir inanış yaygındır. Ülkemizde Haziran Temmuz ve Ağustos ayları düğünlerin en çok yapıldığı aylardır. Peki, bu aylarda takı amaçlı satın alınan altınlar gerçekten de altın fiyatlarının yükselmesine neden oluyor mu? Altından bu tür dönemsel talepleri gözeterek kar elde etmek için yaz aylarını değil kış aylarını beklemelisiniz. Nedenini yazının devamında bulabilirsiniz.

Bizdeki düğünler altın fiyatlarını yükseltir mi? Bu soruya temel teşkil eden cevap aslında altın fiyatlarının piyasada nasıl oluştuğunun açıklanmasıdır. Piyasayı yakından takip eden uzmanların ve akademisyenlerin hazırladığı altın hakkında güvenilir bilgiler sunan saglamaltin.com sitesinin özetlediği şekliyle; “Günümüzde altının değeri, belli başlı mali merkezlerde gün gün belirleniyor. Bu merkezlerden en önemlisi Londra Altın Piyasası. Fiyat, sabahın 10.30'unda belirleniyor, gün boyunca küçük de olsa değişiklikler gösterdikten sonra, öğleden sonra 3'te sabitleniyor. Bu rakamın belirlenmesinde, dünyanın en güçlü 5 pazarının temsilcileri (Johnson Matthey, Mocatha and Goldsmith, Samuel Montagu, Rothshild ve Sharps Pixley) belirleyici rol oynuyorlar. Fiyatı, tüm dünyadaki altın alış ve satışları etkiliyor.”

Ülkemizdeki düğün sayılarına baktığımızda yaz aylarında bu sayı her ay için ortalama 70 binlerde iken yılın geri kalan aylarının ortalaması ise 40 binlerde. Yani yaz aylarında düğün sayılarında inanılmaz artışlar olmuyor sanıldığı gibi. Kaldı ki bizdeki düğünler nedeniyle oluşan takı talebini yurt içindeki mevcut altın stoklarımızla karşılayabiliyoruz. Küresel çapta hatırı sayılır ölçüde altın talebi oluşturmayan bu durum tabi ki dünya genelinde altın fiyatları üzerinde bir etki meydana getirmiyor. Altın fiyatlarının arza yahut talebe bağlı arttığı durumlar elbette vardır ancak bizim yaz aylarındaki düğün sayımızın %60 artması bu etkenlerden biri kesinlikle değildir. Dolayısıyla yaz aylarının, düğünlerin sezonunun gelmiş olması altın fiyatlarını arttırıcı bir etkiye kesinlikle sahip değildir.

Yazının başında altından dönemsel talepleri özeterek kar elde etmek için yaz aylarını değil kış aylarını beklemelisiniz dedik. Evet, bizdeki düğünler altın fiyatları üzerinde belirleyici düzeyde değil ama bir başka ülkedeki düğünler altın fiyatlarını hemen her sene etkiliyor. O ülke de tahmin edilebileceği gibi nüfusu 1,5 milyara dayanmış olan Hindistan. Hindistan’daki en yoğun düğün sezonu Kasım’la birlikte başlayıp Aralık ayının sonuna kadar devam etmekte. Altın fiyatlarının geçmiş yıl grafiklerine bakıldığında da bu durum açıkça görülebilir. Altın fiyatları her yıl Eylül ile birlikte çıkışa başlar ve Kasım-Aralık aylarında zirveyi görür. 2010 yılında bizdeki düğün aylarını ortalama 60 TL’den kapatan altın, Aralık ayını 68 TL ile kapattı, 2009’da yaz aylarında 1 gram altın 46 TL iken yılı 54 TL ile bitirdi.

Altın fiyatlarını bizdeki düğünler arttırmıyor ancak Hindistan’daki düğünler altın fiyatlarını hemen her yıl ortalama %10 yukarıya çekiyor. Hindistan’da düğün sezonu da yaz aylarında değil yılın son çeyreğinde, kış aylarında...

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Tedbirler dört büyükleri çok kötü vurdu

Dört büyüklerden kastımız bankacılık sektöründeki en büyük dört özel banka. Bunlar Garanti Bankası, Akbank, Yapı Kredi ve İş Bankası. Bankaların işletmelere ve bireylere kredi vermelerini yavaşlatarak piyasayı soğutmaya çalışmak otoritenin en önemli tedbiriydi. Bunu yapmaktaki en büyük amaç cari açığın dizginlenebilmesiydi muhakkak. Bu tedbirler cari açık için iyileştirici olmadı ama banka karlarını alt üst etti. Tedbirlerin banka karlarına yansımasını analiz ederken ilginç sonuçlar görülüyor.

Geçtiğimiz hafta itibarıyla tüm bankalar ilk çeyrek yani Mart sonu itibarıyla eteklerindeki taşları döktüler ve bağımsız denetim raporlarını açıkladılar. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun onayından geçmiş finansal tablolara bakıldığında şube sayısı 100 ve üzerinde olan 13 mevduat bankası ve 4 katılım bankasının karlarının toplamı geçtiğimiz yılın aynı dönemine göre %14 düşüş gösterdi.

Ülkemizdeki bankacılık sektörünü analiz ederken -şube sayısı 100’ün üzerinde olan bankaları ele alarak- sektörü dört ana gruba ayırmakta fayda var. İlk grup yukarıda zikrettiğimiz 4 büyükler (Garanti, Ak, İş ve Yapı Kredi), ikinci grup 3 kamu bankası (Ziraat, Halk ve Vakıf), üçüncü grup 6 orta büyüklükteki banka (Finansbank, TEB, Şekerbank, Denizbank, HSBC ve ING), dördüncü ve son grup ise 4 Katılım Bankası (Albaraka, Asya, Kuveyt Türk ve Türkiye Finans).

İlk çeyrek sonuçlarına baktığımızda dört büyüklerin net karı geçen yılın aynı dönemine göre %21 düşerek 2 milyar 800 milyon TL oldu. İş Bankası karı en çok düşen banka olarak bu grupta dikkati çekiyor. Kamu bankalarının karlılığı da geçen yıla göre %13 düştü. Bu düşüşün en önemli nedeni tek başına Ziraat bankasının karının %37 gibi sert bir düşüş göstermesi oldu. Vakıfbank %34 artış sağlarken Halkbank ise geçtiğimiz yılın karlılığını korudu denebilir.

Büyük bankalar geçen yılın karlılığını koruyamayıp daha az kar elde ederlerken orta büyüklükteki bankalar ise toplam karlılıklarını %29 arttırarak 665 milyon TL’ye çıkardılar. Grubu sürükleyen banka ise karını geçen yıla göre katlayarak 296 milyon TL’ye çıkaran Finansbank oldu.

Katılım Bankalarına bakıldığında toplam karlılığın geçen yıla göre %9 azalarak 169 milyon TL olarak gerçekleştiğini görüyoruz. Albaraka, karını %38 arttırarak bu grupta net karını arttırabilen tek katılım bankası oldu.

Son olarak, yaklaşık 4 milyar TL’lik bir büyüklüğe ulaşan bankalardaki kıymetli maden altın hesaplarında ilk 3 banka Garanti Bankası, Halkbank ve Kuveyt Türk oldu. Bankalardaki 4 milyar TL’lik altının yarısından fazlası bu üç bankada bulunuyor.

İlk çeyrek sonuçlarına göre özellikle büyük bankalar bu tedbirlerden ağır hasar almış görünüyorlar. Bu tedbirler alınmamış da olsaydı sonuç aşağı yukarı aynı olacaktı çünkü bu büyük bankalar öylesine çılgınca mevduat ve kredi yarışına girmişlerdi ki mevduata verdikleri faiz oranı kredilerden aldıkları faiz oranlarını geçmeye başlamıştı. Garanti Bankası genel müdürü Ergun Özen bu durumu aylar önce “biz bir yerlerde yanlış yapıyoruz” diyerek dile getirmiş ancak her şeye rağmen gidişattan dönülmemişti. Her yıl söylenen beylik laftır; “bu yıl bankalar için zorlu bir yıl olacak”, ama bu yıl gerçekten öyle olacak…

19 Mayıs 2011 Perşembe

Tahrir Meydanı’ndan Ekonomi Notları


Geçtiğimiz Perşembe-Cumartesi günleri 3 gün boyunca Mısır’daydım. 25 Ocak’ta başlayan halk isyanları 30 yıllık rejimi sonlandırmışsa da halk hala her Cuma tatil günü Tahrir Meydanı’nda protesto gösterilerine devam ediyor. Araçlarına, evlerinin ve işyerlerinin kapılarına 25 Ocak çıkartmalarını gururla yapıştırmış halk, düşürdükleri rejimin devlet başkanının tatil beldesindeki “tatilinin” sonlandırılıp artık yargılanmasını istiyor. Bu protestolarıyla emellerine de ulaşmışlardı o gün itibarıyla…

Türkiye’nin üçte biri kadar Gayrı Safi Yurt İçi Hasılası (GSYİH) ve %90’ı Müslüman olan 80 milyonu aşkın bir nüfusu var Mısır’ın. Kabaca bu tabloya bakarak ülkemizle kıyaslandığında ekonomik olarak bizden 3 kat daha aşağı seviyede oldukları düşünülebilir ancak durum hiç de öyle değil. 30 yıldır ülkeye çöreklenmiş rejim ülke kaynaklarını öylesine sömürmüş öylesine son derece sınırlı sayıdaki kişiye hortumlamış ki halkın nispeten iyi durumda olan kesiminin aylık geliri sadece 80 Dolar civarında. Günde 2-3 dolarlık bir gelir getiren işe sahip olanların (polis öğretmen gibi orta tabaka memurların) mutlu olmasının beklendiği bir ülke. Konuştuğumuz ve Türkiye’den geldiğimizi öğrenen halk, ülkelerinin de bir gün halkı Müslüman olan Türkiye gibi zengin ve huzurlu bir ülke haline geleceğine inandıklarını hararetle anlatıyorlardı.

Bu basit ekonomik tablo bile ülkedeki devrimin altında başka nedenler aramayı geçersiz kılıyor. Gün içerisinde 2-3 dolarlık para kazandıktan sonra günü kurtaran ve yarın ne yapacağını, nasıl para kazanıp karnını doyuracağını düşünmekten bitap düşen ülkenin yarısı bölgedeki isyan dalgasından cesaret alıp ayaklandı ve başlarına çöken rejimden kurtuldu. İsyanların temelinde ekonomik nedenler yattığını anlamak için halktan sıradan insanlarla 3-5 cümlelik bir mülakat yeterli oluyor. 70 milyar dolarlık kişisel serveti olduğunu düşündükleri devrik devlet başkanının ülkeyi nasıl 30 yıl boyunca prangaladığını çekinmeden anlatıyorlar.

Ülkede üretim yapan bir tekstilci Türk işadamı ise 70 kişi çalıştırdıklarını, ortalama 100 dolarlık aylık maaşla insanların inanılmaz bir şekilde canla başla çalıştığını anlatıyor. Haftada 1 gün çalışmadıkları halde işçilerden bir kısmının o tatil günü dahi gelip işlerin yetişmesi için çalıştıklarından bahsediyor. Sadece 1 gece bekçisi tuttukları halde çalışanların ailelerinden 8-10 kişinin her gece gönüllü olarak işyerinde nöbet tuttuklarından hüzünle söz ediyor, ayda 100 dolara yakın maaş aldıkları işyerini ekmek teknesi olarak görüp sahipleniyorlar umutla.

Ekonomik göstergeleri yanlı olarak yorumlamak bizde oldukça yaygın bir tutum. Bir yanda bardağın boş tarafına odaklanmış ve herkesi ülkenin yandığına bittiğine kül olduğuna inandırmaya çalışanlar, diğer yanda ise her şeyin güllük gülistanlık olduğunu iddia eden majestelerinin ekonomistleri. Gerçek şu ki durum her iki kesimin de iddia ettiği gibi değil. Ülke olarak durumumuz doğumuza göre iyi, batımıza göre ise daha kat etmemiz gereken epey yol var. Ama geleceğe dair ümitlerimiz kuvvetli. 2001’de 200 milyar USD olan Gayrı Safi Yurt İçi Hasılamızı 2009’da 600 milyar USD’ye çıkardıysak, 2023’te dünyanın en büyük ilk 10 ekonomisi içerisinde yer almamız da bir hayal değil gerçekleşmesini bekleyeceğimiz bir hedef olmaktadır.

15 Mayıs 2011 Pazar

Bankacılar Modern Köleler mi?


Günümüz iş dünyasında maaşlı çalışanlar için zaman zaman kullanılan genel bir ifade “modern köleler”. En kaba tabirle fikren çalışan ve genelde hizmet sektöründe yer alan beyaz yakalılar için olduğu kadar bedenen çalışan imalat sektöründeki mavi yakalılar için de kullanılması yadırganmıyor bu tabirin. Ancak en çok ilgiyi dışarıdan bakıldığında belki özenilen beyaz yakalılar için kullanıldığında görüyor. Beyaz yakalılar içinde bu tabir ise sıklıkla bankacılar için kullanılmaya başlandı.
Bankacı dendiğinde bir banka şubesinde çalışan kişi akla geliyor. Bankacılar aslında geçmişte de günümüzde de bu tabiri hak eden çalışanlar olagelmiştir hep. Bunun nedenleri eskiden farklıydı şimdilerde ise daha farklı. Bilgisayarların kullanımda olmadığı yahut bu kadar olmazsa olmaz durumda olmadığı zamanlarda bankacıların her türlü işlemi manuel olarak da kağıt kalemle kaydetmek zorunda olmaları iş yüklerini muazzam arttırıyordu. Şimdilerde ise banka patronlarının her yıl karlarını katlanarak arttırmak istemelerinden kaynaklanıyor iş yükü. Daha fazla kar elde edebilmek için daha fazla satış yapılması gerekiyor ve sürekli artan şekilde bunaltıcı satış hedefleri veriliyor banka çalışanlarına. Eskiden satış kadrosuna verilen bu hedefler artık gişeciler için dahi sıradan oldu ve satış hedefi verilmesi işi şubelerdeki güvenlik görevlilerine ve çaycılara kadar geldi. İşin zıvanadan çıktığı yer ise “karlılık hedeflerinin tutması için şu ürünlerden şu kadar satılması gerekiyor, herkes bunları satacak, kime sattığınız nasıl sattığınız hiç önemli değil” zihniyetiyle iş yapılması. Talebi olmadığı halde ekonomik sicili temiz olan kişilere kredi kartı gönderilmesi, dönem sonlarında vadesiz hesabında para bulunan müşterilerin hesaplarından hesap işletim ücreti kesilmesi artık hepimizin sık karşılaştığı durumlar haline geldi. Karlılık hedeflerinin tutması amacıyla etik değerler ayaklar altına alınarak yanıltıcı bilgilerle “tek amaç her şeye rağmen sadece daha fazla satış” haline getirildi. Bu da neden banka ve bankacı kelimeleri artık geniş bir kesimde nefret uyandırıyor sorusunun cevabı aslında.
% 80’i üniversite mezunu olan ve iki yüz bine yakın çalışanın olduğu sektör, üniversiteden yeni mezunlar arasında rağbet görmeye devam ediyor diğer yandan. Yeni mezunların da çalışacakları kurumları dikkatle araştırarak seçmeleri onlara düşen bir görev oluyor bu durumda. Etik dışı işler yapanların ödüllendirildiği, dışarıdan bakanların saat 17’de kapıların kapanmasıyla işin bittiğini sandığı şubeden akşam sekizden dokuzdan önce sadece izin alınarak çıkılabilen, asgari ücret civarında maaşların yaygın olarak görüldüğü bankaları tanıyarak ayıklamaları gerekiyor.
Tüm bu olumsuz tablo içerisinde az da olsa etik değerlere gerçekten bağlı kurumların da olduğunu söylemek gerekiyor. Personelini sürekli saat 19’dan sonra dahi saatlerce çalıştırdığı tespit edilen şube müdürlerinin bu çalışma tarzını terk etmesi gerektiğini söyleyen, onları ikaz eden bir üst yönetimin de olduğunu bilmek bu ortamda sevindirici. Tablonun olumsuz yanındaki işlemler ve kişiler için otoritenin artık daha fazla seyirci kalmaması gerekiyor. Sektör kar hırsıyla o kadar kendinden geçmiş ki yetkili merciler dur demedikçe bu sevimsiz durum devam edecek gibi görünüyor.