29 Aralık 2010 Çarşamba

2011 Bütçesi


Kurumsal yapılar bir yana küçük bir aile ve hatta tek başına bir fert için dahi bütçe yönetiminin önemli bir konu olduğuna şüphe yok.
Bunu adlı adınca yapmasak da aslında hepimiz hayatımızda sürekli belli periyotlarda bütçe yaparız ve ama iyi ama kötü bu bütçeye uygun hareket etmeye çalışırız.
Mevcut durumdaki gelirlerimize ve ileriki dönemdeki gelir tahminlerimize göre giderlerimizi önem sırasına göre önceliklendiririz. Duruma göre, gelirlerimiz giderlerimizden fazla ise tasarrufa yöneliriz, aksi durumda ise borç arayışına girmek durumunda kalırız.

Söz konusu olan milyonlarca kişiden gelir elde eden ve yine milyonlarca kişiye ücret ödeyen devlet olunca durum çok daha kritik bir hal almakta.
Yeni bir yıla girmeye hazırlanırken yeni yıla ilişkin devletin bütçesi de (merkezi yönetim bütçeleri) geçtiğimiz Pazar günü TBMM’de oylanarak kabul edildi.
Yeni yıldaki bütçemizde giderlerimizin gelirlerden fazla olması artık alışıldık bir durum.
Giderlerimizin gelirlerimizden fazla olması, dolayısıyla borçlanma bizim için artık alışıldık bir durum dedik zira borçlanma geçmişimiz çok eski.
Kısaca borçlanma geçmişimize göz atmak gerekirse, bütçemizin ilk “patlak vermesi” Kırım Savaşı nedeniyle oldu ve 1854’te ilk kez devlet dış borç almak zorunda kaldı. (Fransa ve İngiltere’den)
Borcumuzu 21 yıl ancak düzenli bir şekilde ödeyebildikten sonra moratoryum ilan ettik, yani devlet olarak iflas ettiğimizi ve borçlarımızı artık ödeyemeyeceğimizi ilan ettik.
Yabancıların kurduğu Düyunu Umumiye yıllarca halktan alınan vergileri ve ülke kaynaklarını bu borçların anaparasına ve faizine kanalize etti.
Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren de bu borçlarda yapılandırılmaya gidildi ve biz 1854’te aldığımız borçların son taksidini tam 100 yıl sonra 1954’te ödeyerek o borçları kapatabildik.

“O” ilk borcu kapattık ama borçları ödemeye devam ederken Türkiye Cumhuriyeti olarak ilk borcumuzu 1930’da Amerika’dan alarak diğer yandan da sürekli borçlanmaya devam ettik, çünkü bütçemiz hep açık verdi.
2011’e geldiğimizde de değişen bir şey yok: 279 milyar TL’lik gelire karşı önümüzdeki yıl 312.5 milyar TL gider öngörülüyor.
Gelirlerimiz ve giderlerimiz arasındaki bu –bütçe açığı diye tabir edilen- 33.5 milyar TL’lik tutarı da yine iç ve dış piyasadan borçlanacağız.
Faiz harcamaları için bütçeden önümüzdeki yıl tam 47.5 milyar TL ayrıldı. 94 üniversitemize ayrılan toplam tutarın 11.5 milyar TL, Sağlık Bakanlığına ayrılan tutarın 17 milyar TL, Milli Eğitim’e ayrılan tutarın ise 34 milyar TL olduğu dikkate alınırsa faiz ödemelerine ne ölçüde devasa meblağlar ödediğimiz daha iyi anlaşılır.

Özel bütçe kapsamındaki idarelere 2011’de verilecek paralara bakıldığında ise 167 milyon TL ile “Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü” dikkat çekiyor.
Bu para ile Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, 2’si Enstitü olmak üzere sıralamada tam 72 üniversitemizden daha fazla para alıyor.

Bu noktada, kaynağının yüzde 85’i vergilerden oluşan bu bütçeden milyonlarca gencimizin geleceği için çok önemli bir görevi üstlenmiş olan ÖSYM’nin 160 milyon TL, aktif büyüklüğü 1 trilyon TL’ye giden Türk Bankacılık sistemini düzenleyen ve denetleyen yegâne kurumun ise (BDDK) 140 milyon TL pay aldığını hatırlamakta fayda var.

Bütçenin ana kalemleri önemlidir, ama alt kırılımları çok önemlidir ve o alt kalemler incelenirse çok şey anlatır…

22 Aralık 2010 Çarşamba

Tarım ve hayvancılık SOS veriyor

2009 sonu itibarıyla dünyada en çok nüfusa sahip ilk 20 ülkeden biriyiz. 72,5 milyonluk nüfusumuz bu artış hızıyla giderse muhtemelen yakın bir zamanda Mısır ve Almanya'yı geçerek dünyanın en kalabalık ilk 15 ülkesinden biri olacağız. Sanayileşmeyi geç fark edip geç aksiyon alan bir ülkeyiz. Bu eksikliğimizi yıllardan beri insan gücüne dayanan tarım ve hayvancılıktaki artılarımızla kapatmaya çalışıp kendi kendimizi avuttuk. Hızlı artan önemli bir nüfusun etkin tarım ve hayvancılık politikalarıyla gerektiği şekilde beslenmesi en öncelikli konularımızdan biri muhakkak. Ancak maalesef özellikle son 2-3 yıldır artık saklanamaz şekilde gün yüzüne çıkan çarpıklıklar endişe verici bir hal almaya başladı.

Etkin bir tarım politikamızın olmadığı sürekli belli periyotlarda nükseden bazı gıda maddeleri krizi ile uyarı vermeye devam ediyor. Her tarımsal ürün krizinde hemen yurtdışından ithalata yüklenerek savuşturduğumuz bu krizler elbette iyi günlerin habercisi değil.

Geçtiğimiz dönemlerde gördüğümüz ayçiçek yağındaki rekor fiyatlar, ithalatla düşürülebilen pirinç fiyatlarındaki anormal artışlar ve daha bu yıl mevsiminde 3-4 lirayı gören mutfağımızın temel gıda maddelerinden soğan-domates fiyatları aslında politika yapıcılara ve bizlere önemli mesajlar veriyor. Temel tarım ürünlerinde dahi etkin bir planlama ve projeksiyon yapılmadığını söylemek yanlış olmaz.

1990'da 56 milyonluk nüfuslu ülkemiz 30 milyon ton tahıl üretirken 72 milyonluk nüfusumuzla 2008'de ise 29 milyon ton tahıl üretebildik. 20 yıl önceki baklagil (fasulye, nohut, mercimek..) üretimimiz 2 milyon ton iken bugün baklagil üretimimiz artan nüfusumuza rağmen 2 milyon tondan 1 milyon tona düşmüş durumda. Nüfusu neredeyse %30 arttığı halde 20 yıl önce ürettiği kadar tahıl üretemeyen, 20 yıl öncesinin yarısı kadar nohut mercimek fasulye gibi temel tarım ürünleri üretebilen bir Türkiye hepimizi gelecek için endişelendirmeli.

Tarımdaki bu hoş olmayan tablonun yanı sıra hayvancılık konusunda da yıllardır alarm vermesine rağmen hiçbir tedbir alınmadı. Geçtiğimiz kurban bayramında yurt dışından gemilerle canlı hayvan getirilip yurdun dört bir yanına dağıtılmamış olsaydı kurban bayramında kesilecek hayvan bulmakta zorlanacaktık. Bu duruma düşmemiz sürpriz mi peki?

2000 yılında büyükbaş ve küçükbaş hayvan sayımız yaklaşık 47 milyon iken ve nüfusumuz peyderpey artarken hayvan sayısı da peyderpey sürekli düştü: hayvan sayısı son 10 yılda her yıl azala azala toplamda tam 10 milyon azaldı ve 37 milyona düştü. Son 20 yılda nüfusumuz yaklaşık %30 artarken hayvan sayımız ise %40 azaldı. Bu tabloya bakınca bugünkü duruma düşmemizden daha doğal ne olabilirdi ki? Dünyanın en pahalı benzini rekorundan sonra dünyanın en pahalı eti rekorunu da ele geçirmiş olduk.

Tarım ürünlerinde ve hayvancılıkta kriz üstüne kriz yaşamamızın bu tabloya göre hiç de sürpriz olmadığı çok açık.

Eğri oturalım, doğru konuşalım: bu duruma düşmememiz için çalışmalar yapması gereken Tarım Bakanlığı bu süreçte maalesef sınıfta kaldı. Bin hizmet binasına karşın 6 bin sosyal tesisi ve 6 bin taşıtı olan, memuru, mühendisi, işçisi vs ile 40 bin kişinin maaş aldığı ve 2011 bütçesinden tam 8,5 milyar TL pay alan bir yapıdan tarım ve hayvancılıkta daha etkin çalışmalar yapmasını beklemek hepimizin en tabii hakkı.

Hayvancılıkta ve temel tarım ürünleri üretiminde dahi dışa bağımlı olmak, gelmek isteyeceğimiz son nokta olmalı.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Borçlarımız ödedikçe artıyor!

Yıllardan beri kemer sıkıp ülke olarak iç-dış borçlarımızı ödemeye çalışıyoruz, vergi artışları, maaşların düşük tutulması vs gibi bin bir türlü sıkıntıdan sonra iç ve dış borçlanmada acaba ne durumdayız. Bunca sıkıntılı yıldan sonra iç ve dış borçlarımızı temizleyebildik mi, yahut azaltabildik mi, tünelin sonuna yaklaştık ışığı görecek miyiz?..

Ülkemizin dış borcu 3 farklı kalemin toplamından meydana geliyor, bunlar Merkez Bankası’nın borcu, özel sektörün borcu ve kamu sektörü borcu. Türkiye’nin toplam dış borcu 2002’de 130 milyar Dolar iken geçtiğimiz Ekim sonu itibariyle toplam dış borç tutarı ikiye katlanarak 266 milyar Dolar’a çıktı. Ülkemizin kamu sektörü dış borç stoku ise 2002’de 65 milyar Dolar iken bu rakam 2010 Ekim sonu itibariyle 85 milyar Dolar’a çıktı. İç borç stokumuz 2006’da 251 milyar TL iken Ekim sonu itibariyle bu tutar da 348 milyar TL’ye çıktı. İlginç bir ayrıntı, iç borcumuzun da %12’si yurt dışı yerleşiklere…

Malesef, görüldüğü üzere borçlarımızı azaltmak bir yana, hem iç borcumuz hem de dış borcumuz yıldan yıla sürekli artıyor. Sebebi tabi ki hala ödediğimiz tutardan fazla borçlanıyor oluşumuz: bu yılın ilk 10 ayında iç ve dış toplam 123 milyar TL borç ödemesi yaptık ama aynı dönemde 145 milyar TL yeni borç aldık. Bu borçlar karşılığında 2010 yılının sadece ilk 10 ayında 36 milyar TL iç borçlar için, 5 milyar TL de dış borçlar için yani toplamda sadece 10 ayda tam 41 milyar TL faiz ödedik. Yani 2003-2009 döneminde Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu ve Ulaştırma Bakanlığı’nın varımızı yoğumuzu satarak gelir yazdığı 44,3 milyar Dolar’ın yarısından fazlası bu yılın sadece 10 aylık döneminde borçlarımızın yalnızca faizine gitti…

Tablo bütünüyle karamsar değil. Buraya kadar olan kısımda biraz da bardağın boş tarafına baktık. Borçlanma ile ilgili bazı olumlu konular da var ki bunların en başında geleni Uluslar arası Para Fonu IMF’ye olan borçlarımız. 2000-2010 arası IMF’den 47,3 milyar Dolar borç almışız, aynı dönemde ise 48,6 milyar Dolar borç ödemişiz. Kalan 6,5 milyar Dolarlık borcumuzun da 2013’te sıfırlanması planlanıyor. Diğer olumlu bir gösterge Merkez Bankası net rezervleri. 2002’de 28 milyar Dolar olan net rezervler günümüzde 76 milyar Dolar’a ulaştı. Bu net rezervler dış borçlarımızın %28’ine tekabül ediyor ki bu oran da yükseliş trendinde. Önemli bir diğer gösterge de vergi gelirlerimizin yüzde kaçının faiz harcamalarına gittiği. 2002’de vergi gelirlerinin %86’sı faiz harcamalarına giderken 2009 sonu itibariyle bu oran %31’e düşmüş durumda. Olumlu olarak yorumlanabilecek son gösterge ise bir yılda ülkemizde üretilen mal ve hizmetlerin toplam değerinin 2002’de %56’sı kadar dış borç stokumuz varken bu oran 2009’da % 43,5’e inmiş.

Toparlamak gerekirse, vatandaş olarak sürekli kemer sıkıyoruz, ülke olarak sürekli borç ödüyoruz ama diğer yandan da borçlanmaya devam ettiğimiz için (üretimi arttırmaksızın borcu yeni borçlarla kapatmaya çalıştığımız için) borçlarımız sürekli artıyor. Dış borç stoku bir yana, iç borç stokunun azaltılamaması ve bu borç stokunun da dış borçlarla birlikte sürekli artması iyi bir gösterge değil; iç borçların faizi dış borçlara göre hem çok yüksek hem de vadesi kısa. Vergi gelirlerindeki artış, borçların Gayrı Safi Yurtiçi Hasılaya oranı ve IMF’ye olan borçlanma yapısı ise olumlu göstergeler olarak ön plana çıkıyor.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Ülkeler arası sıralamalarda nerelerdeyiz?


Ülkemiz 1980’li yıllara kadar iktisatçıların belli zaman dilimlerini “kapalı ekonomi” belli zaman dilimlerini “içe kapalı ekonomi” olarak sınıflandırdıkları çeşitli dönemlerden geçti. 1980’li yıllardan itibaren ise adım adım dışa dönük, dünyanın önde gelen ülkeleriyle bütünleşmiş bir ülke haline geldik. Eskiden dünyadan bihaber yaşayıp giderken etrafımızdaki perdelerin kalkmasıyla dünya ülkeleriyle kendimizi kıyaslama imkânımız doğdu, gelir düzeyimiz diğer ülkelere göre ne durumda, ortalama yaşam süresi bakımından dünyada durumumuz nedir vb gibi bir çok başlıkta yerimizi gördük. Bunun en büyük faydası elbette somut verilere dayanan bu çalışmalara göre yetersiz kaldığımız alanlarda üst sıralara çıkmak için çaba sarf etmek gerektiği bilincinin yerleşmesi. “Japonya’daki insanların ortalama yaşam süresi 82 yıl iken neden bizim ülkemizde ortalama yaşam süresi 72 yıl” sorusuna cevap aranması gibi.
Dünyadaki ülke sayısının Birleşmiş Milletler’e üye olan ülke sayısından ibaret olduğu varsayımı genellikle kabul gören bir yaklaşımdır. Buna göre biz de bu kıstasa göre 192 ülke arasında belli başlı bir iki kalemde ülkemizin sıralamalarda nerelerde olduğuna bakacağız. Bunu yaparken, ülkelerin bu verilerini en iyi organize eden ve bu alanda ilk sırada referans olarak gösterilen Dünya Bankası verilerini baz alacağız. (http://data.worldbank.org/)
Bakacağımız ilk gösterge Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH). Çok kabaca ifade etmek gerekirse GSYH, bir ülke sınırları içinde bir yılda üretilen nihai mal ve hizmetlerin parasal değeridir. İtirazlar olsa da, GSYH ne kadar büyük ise o ülkenin refah düzeyinin de o kadar iyi olduğu genel kabul görmüştür. 2009 yılı itibarıyla tüm dünyada üretilen nihai mal ve hizmetlerin toplam değeri 58 trilyon Amerikan Doları. Bunun neredeyse dörtte biri, 14 trilyon Dolar’ı tek başına Amerika Birleşik Devletleri’nin. 5’er trilyon Dolar ile Japonya ve Çin, 3.5 trilyon Dolar ile Almanya ve her ikisi de yaklaşık 2.5’ar trilyon Dolar ile Fransa ve İngiltere tüm dünyanın Gayrı Safi Yurtiçi Hasılasının yarısından fazlasını oluşturuyorlar, bu veriler bu 6 ülkenin tüm dünya üretiminin ve dünya ekonomisinin lokomotifi olduğunun en somut göstergesi. Ülkemiz ise bu sıralamada 617 milyar Dolar ile Endonezya ve Belçika’yı geçerek Güney Kore ve Hollanda’nın ardından 17. Sırada yer alıyor.
Tüketici fiyatlarına göre yıllık enflasyonda ise 2009 yılında %6.3 ile en yüksek enflasyona sahip 35. ülkeyiz. Listenin zirvelerinde ise %30 ile Venezüella, %20 ile Gana, %16 ile Ukrayna yer alıyorlar. İsrail’de enflasyon %3.3, Bulgaristan’da %2.8, Yunanistan’da %1.2, İtalya’da ise %0.8. Tüketimin kısıldığı kriz yılı olan 2009’da başta Amerika Birleşik Devletleri olmak bir çok gelişmiş ülkenin enflasyonu “eksi” rakamlarda gerçekleşti, yani fiyatlar bir önceki yıla göre artmadı, aksine geriledi.
Dünya Bankası’nın IMF verilerini baz alarak yayınladığı ülkelerdeki faiz oranları listesine baktığımızda ise 2008 sonu itibariyle listenin en başında maalesef ülkemizi görüyoruz. Türkiye’de finansal piyasalarda oluşan faiz oranı 2008 yılı için %22,91 iken bu oran en az faiz ödeyen İsviçre, Japonya, Kanada gibi tam 17 ülkenin toplam faizinden dahi fazla. Bizden sonra en çok faiz ödeyen ülkeler Moldova %17.93, Venezüella %16.15, Yemen %13 ve Vietnam %12.73. Bu tabloya bakınca tüm dünyadan sıcak paranın neden ülkemize aktığını anlamakta zorluk çekmemek gerekiyor. Bu sıcak parayla günümüzü gün ediyoruz ama bu paraların çıkışı başlayınca kim ne durumda olacak onu da zamanla göreceğiz.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Mevduat ve Katılım Bankaları, Temel Göstergeler



Bu yazımızda Türk bankacılık sektöründe faaliyet gösteren 32 adet mevduat bankası ile 4 adet katılım bankasının Eylül 2010 sonu itibarıyla çeşitli kalemlerde karşılaştırmasını yaparak bazı temel bilgiler sunmaya çalışacağız.

Öncelikle tanımlar üzerine bir iki cümle söylemek gerekirse, Mevduat bankası klasik ve öz anlamda, gerçek veya tüzel kişilerden faizi önceden belirlenerek mevduat toplayabilen ve kredi kullandırabilen bankalardır. Garanti, Yapı Kredi, TEB gibi piyasada faaliyet gösteren 32 adet mevduat bankası, bunların 9,200 şubesi ve 171,000 personeli mevcuttur. Katılım Bankaları ise gerçek veya tüzel kişilerden, getirisi önceden kesin olmayan kar veya zarara katılma hesapları vasıtasıyla fon toplayan ve fon kullandırma izni olan kurumlardır. Albaraka, Asya, Kuveyt Türk ve Türkiye Finans olmak üzere dört adet katılım bankası, 600 şube ve 12,500 personelle sektörde faaliyet göstermektedir.

Mevduat bankalarına müşterilerin yatırdığı paralar şube başına 60 milyon TL iken katılım bankalarına yatırılan paranın ise şube başına 52 milyon TL olduğu görülmektedir. Mevduat bankalarına yatırılan toplam paranın neredeyse yarısı (%46) 1 milyon TL ve üzeri -yüksek montanlı tabir edilen- mevduattan oluşurken katılım bankalarındaki mevduatta ise bu oran %28’dir. Tabana yayılmış parçalı mevduatın daha makbul olduğu dikkate alınırsa yüksek montanlı mevduatın toplam mevduat içerisindeki payı ne kadar düşük olursa bu durum o kadar iyi olarak yorumlanmaktadır. Katılım bankalarındaki fonların bu açıdan istenilen formata daha uygun olduğu görülmektedir.

Cari mevduat, bankalara vadesiz olarak yatırılan ve istenildiği anda çekilebilen, faiz işletilmeyen paraları ifade etmektedir. Mevduat bankalarına yatırılan her 100 TL’nin 15 TL’si cari mevduat iken katılım bankalarına yatırılan her 100 TL’nin ise 18 TL’si cari mevduattır. Cari mevduatın bankaya maliyeti olmadığı için bu oranın olabildiğine yüksek olması arzu edilir banka tarafından. Katılım bankaları mevduat bankalarına göre bu açıdan daha avantajlı görünüyorlar.

Kullandırılan kredilerde ise her bir mevduat bankası şubesi yaklaşık 50 milyon TL kredi kullandırırken katılım bankalarının şube başına fon kullandırım miktarı da 50 milyon TL’nin biraz üzerinde. Mevduat bankaları topladıkları her 100 TL’nin 83 TL’sini kredi olarak geri verirken katılım bankaları topladıkları 100 TL’nin 97 TL’sini fon olarak kullandırmaktalar. Verilen kredilerin takibe düşme oranı ve takibe düşenlerden de karşılık ayrılma oranları ise şöyle: Mevduat bankalarının verdiği nakdi kredilerin %4,32’si takibe düşerken katılım bankalarında bu oran %4,19. Mevduat bankaları takipteki alacaklarının %85’i için karşılık ayırmak zorunda kalırlarken katılım bankaları takipteki alacaklarının %70’i için karşılık ayırmak zorunda kalıyorlar. Bu oranlar katılım bankalarının risklerini daha iyi yönettiklerini gösteriyor.

Karlılıkta ise mevduat bankalarının katılım bankalarına göre bariz bir üstünlüğü mevcut. Özkaynak karlılığı mevduat bankalarında %17 iken katılım bankalarının özkaynak karlılığı %12,5. Aktif karlılıklarına bakıldığında bu oranın mevduat bankalarında %2,37 katılım bankalarında %1,94 olduğu görülüyor. Mevduat bankaları çalıştırdıkları her personel başına 9 ayda 113 bin TL vergi öncesi kar elde ederlerken katılım bankalarında bu tutar 58 bin TL. Katılım bankalarının karlılıklarının mevduat bankalarına göre düşük olmasının en büyük nedeni ise nakit finansman sağlamamaları. Mevduat bankalarının karlılıklarının önemli bir kısmı çok yüksek faiz oranlarıyla sundukları nakit finansmanlardan geliyor: nakit kredi, kredi kartından nakit avans ve kredili mevduat hesapları katılım bankalarının faizli olduğu gerekçesiyle sunmadığı, buna karşılık mevduat bankalarının da büyük gelirler elde ettiği ürünler.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Son dönem beklentileri


Yaklaşık 10 bin şube, 200 bin çalışan ve 950 milyar TL’lik aktif büyüklüğe sahip Türk Bankacılık Sistemi yılın ilk 9 ayında yaklaşık 17 milyar TL net kâr elde etti. Bu rakam geçen yılın aynı dönemine göre %7 artış gösterse de aslında sektörde faaliyet gösteren 49 bankadan yarısından çoğunun kârları geçen yıla göre azalış gösterdi. Bankacılık sektörü dünyada çalkantılı bir dönemden geçmesine rağmen ülkemizdeki bankalar hız kesmeden kârlılıklarını arttırmaktalar. Sadece 4 bankanın yalnızca 9 ayda elde ettiği net kâr, Türkiye Cumhuriyeti’nin IMF’ye kalan borcundan daha fazla. Bu kârın %54’ü özel bankaların, %30’u kamu bankalarının, %9’u yabancı bankaların, %4’ü Kalkınma ve yatırım bankalarının, kalan %3’ü ise Katılım bankalarının. ING, Şekerbank, Fortis, TEB gibi küçük bankalar kârlılıklarını arttırmakta zorlanırlarken Garanti, Yapı Kredi, İş bankası, Akbank gibi büyük bankalar çok yüksek kârlılıklarla yola devam etmekteler. Bu tabloya göre banka evlilikleri sürpriz olmayacak. Otorite de diğer taraftan sektördeki tekelleşmeden rahatsızlık duyduğunu her fırsatta dile getirmeye başladı. 49 bankadan müteşekkil bankacılık sisteminin net kârının %80’inden fazlası sadece 3 kamu bankası ve 4 büyüklere ait. (Garanti, İş, Yapı Kredi, Akbank)
Bankacılık sektörünün otoritesi Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun, bankaların üst düzey yöneticileriyle yaptığı periyodik anketin en sonuncusuna göre önümüzdeki döneme dair beklentiler TÜFE’nin son çeyrekte aynı seviyelerde tutunacağı yönünde. Amerikan Doları’nın mevcut duruma göre yılı belirgin bir artış-azalış yaşamadan aynı seviyelerde tamamlayacağı bekleniyor. Reel sektörün finansman ihtiyacının artacağına dair çok kuvvetli bir beklenti hâkim. Konut kredisi oranlarının daha da düşeceğine dair beklenti yok denecek seviyede iken çoğunluk bu seviyelerde bir süre daha kalacağı yönünde hemfikir. Görüş bildiren üst düzey yöneticilerden %22’si ise konut kredisi oranlarının yılsonuna doğru artacağını öngörüyor. Bankacılıkta kârlılığın hangi yönde olacağı sorusuna verilen cevaplarda “kârlılık azalacak” diyenler çoğunlukta. Bankaların mevduata verdikleri faizle kredilerden aldıkları faiz arasındaki marjın daralması kârlılıkları direkt olarak etkileyen unsurların başında geliyor. Bu durum karşısında önümüzdeki dönem bankaların komisyonlardan ve hizmet gelirlerinden kârlılığı arttırma eğilimine girmeleri kaçınılmaz.
Bankaların üst düzey yöneticilerine “önümüzdeki dönem bankaların kârlılığını aşağıdakilerden en çok hangisi etkileyecek” sorusu yöneltildiğinde sıralamalarının en sonunda “sektördeki rekabet seviyesi” yer alıyor. Bu durum Türk Bankacılık Sektörü’ndeki kangren haline gelmek üzere olan sorunun en net teşhisi aslında. Yöneticilerin kârlılıklarda en son düşündüğü şey, hatta hiç düşünmedikleri ve endişe etmedikleri şey sektördeki rekabet durumu. Sektörün geneline hakim az sayıdaki büyük banka gittikçe pazara daha çok hakim olacak ve sektör 3-4 özel büyük banka etrafında kümelenecek gibi görünüyor.
Önümüzdeki dönemle ilgili söylenebilecek en net şey bankaların kârlılıklarının daralacağıdır. Bankalar düşen kârlılıkları telafi edebilmek için daha çok hacim yapmak zorunda kalacaklar, daha fazla kredi kullandırmaya çalışacaklar, daha fazla kredi kartı satmaya çalışacaklar ve her şeyden önemlisi faiz dışı gelirlerini, bankacılık hizmet ücretlerini arttıracaklardır. Önümüzdeki yıl daha pahalı hizmet alınan, açık veya gizli daha yüksek komisyonların konuşulduğu bir bankacılık sektörü göreceğiz.

18 Kasım 2010 Perşembe

Kim derdi ki bu millet tefecilere rahmet okuyacak…



Elbette tefecilere rahmet okunmaz, lakin teşbihte hata olmaz. Bankalar, özellikle kredi kartından yahut kredili mevduat hesabından dara düşüp nakit çeken insanlara öylesine öldürücü faiz uyguluyor ki biçare insanlar bu borçlarını ödeyebilmek için tefecilere başvuruyorlar. Türkiye’de bankacılık sisteminin geldiği nokta maalesef bu, tefecilere rahmet okutan bir sistem.

Bu öyle bir sistem ki, 2010 yılı Eylül sonu net karlarına baktığımızda piyasa yapıcısı dört büyük bankanın (İş Bankası, Garanti, Akbank ve Yapı Kredi) net karlarının 8 milyar 750 milyon TL olduğu görülüyor. Sektördeki yalnızca dört adet bankanın sadece 9 aylık net karı, Türkiye Cumhuriyeti’nin IMF’ye kalan toplam borcu kadar!

Ülkemizde yıllık enflasyon %8. Reel bir getiri elde edebilmek için enflasyon oranının üzerinde bir getiri elde etmek elzem. Bu reel getirinin kesin bir sınırı olmamakla birlikte makul bir sınırı vardır ve olmalıdır da zaten. Makul reel getiri oranı bu enflasyon seviyesinde %10 kabul edilse, artı yıllık %8 enflasyon ve 1-2 puanlık yuvarlama ile kabaca yıllık maksimum %20’lik bir faiz seviyesi bu bankaları doyurmalı.

Bizim insanımız ariftir. Reel getiri, bileşik faiz vs gibi ince hesap kitap işlerinde usta olmasa dahi bu ortamda bankaların nasıl öldürücü oranlarla, sözleşmelerle hayat karartabileceğini bilir. Bankalarla çalışmanın ne demek olduğunu çok iyi bilir. Bilir bilmesine de hayat şartları, şu veya bu nedenle insanlarımız bu bankaların kucağına düşebiliyor. Her biri avukatlar ordusu ile çalışan ve artık önemli bir kısmı yabancıların eline geçmiş bulunan bankalar, dara düşüp nakit ihtiyacını istemeyerek de olsa kredili mevduat hesabından yahut kredi kartından temin yoluna giderek büyük yanlış yapmış insanları affetmiyorlar. Nasıl affetmiyorlar, yıllık %8 enflasyon oranının olduğu günümüzde kredili mevduat hesabına, inanmak güç ama, %80 yıllık faiz uygulayarak affetmiyorlar. Kredi kartından nakit çekime yıllık %35-40 faiz bindirerek affetmiyorlar.

Bu çarpık sisteme müdahale edilmemesi tefeci piyasasını canlandırdı. İnsanlar şu veya bu nedenle bankalara olan kredi kartı ve kredili mevduat hesabı borçlarını tefecilerden aldıkları borçlarla kapatıyorlar. En yaygını, tefeciler çeşitli isimlerle kurdukları göstermelik şirketlerine aldıkları POS’lar ile kendilerine başvuranların borçlarını yapılandırıyorlar. “Bankaya olan borcuna banka yıllık %40 faiz uyguluyor, ben sana %20 yıllık faizle para vereyim, bankaya borcunu kapatalım, seni bankadan kurtarayım” Maalesef bankalardan kurtulmak için, banka borçlarının kapatılabilmesi için tefecilere başvurular inanılmaz derecede yoğun. Bankaların bu fahiş oranlarla insanları kıskaca almasına müdahale etmeyen devlet, borçluların bu bankalardan kurtuluş olarak gördüğü tefecilerin peşinde. Tefecilik de tabi ki asla ve asla kabul edilemeyecek bir oluşum ama sivrisineklerle beyhude mücadeleyi bırakıp bataklığı kurutmak için kim ne zaman faaliyete geçecek acaba… “Kim derdi ki bankalar tefecilere rahmet okutacak” derken bunu kastediyorduk, tefecilerin bile yıllık %20 faizle çalıştığı ortamda yıllık %80 faizle çalışan bankalar..

Rahmet okutmak demişken, bu sözün çıkışına sebep olarak anlatılan olay ile yazımızı tebessümle sonlandıralım. Evvel zamanda şehrin birinde bir mezar soyguncusu varmış. Cenaze gömüldükten bir gün sonra mezara bir gidilirmiş ki, mezar soyulmuş, cenazenin kefeni, kabrin tahtaları vs… Ahali bu mezar soyguncusunun kim olduğunu bilirmiş bilmesine de bir türlü suç üstü yakalayamazmışlar. Gel zaman git zaman bu böyle sürüp giderken mezar soyguncusu ölüm döşeğine düşmüş ve oğlunu çağırarak “ben bu güne kadar sizin rızkınızı mezar soyarak çıkardım. Şimdi ölüp gidiyorum. Arkamdan herkes bayram yapacak. Bir kişi bile 'Allah rahmet eylesin' demeyecek. 'öldü de kurtulduk' diyecekler” diye itirafta bulunmuş, üzüntüsünü dile getirmiş. Bu olay oğlanın çok gücüne gitmiş. Babasına “sana söz veriyorum baba, herkes arkandan rahmet okuyacak” demiş. Mezar soyguncusu ölmüş, ahali hakikaten bayram etmiş. Birkaç gün sonra gene bir cenaze, ama herkesin içi rahat. Cenaze gömülmüş. Bir gün sonra mezarlığa gidildiğinde o da ne, mezar gene soyulmuş ve eskisinden farklı olarak cenazenin göğsüne kocaman bir haç çakılmış. İnsanlar artık bunu sürekli görünce “Allah gani gani rahmet eylesin, merhum filanca efendi de mezar soyardı ama hiç olmazsa böyle haç çakmazdı” demeye başlamışlar. Oğlan hakikaten de babasına bol bol rahmet okutmuş arkasından…

Sevdiklerinizle birlikte nice güzel bayramlara. Hayırlı bayramlar.

15 Kasım 2010 Pazartesi

“Sosyal Devlet” bankalara ne zaman dur diyecek?



Anayasamızda devletimizin ve yönetim şeklimizin tarifi yapılırken “sosyal devlet” tabiri vurgulanır. Sosyal devlet tabirinden “sosyal adaleti sağlamak için devletin sosyal ve ekonomik hayata aktif müdahalesi” anlaşılmaktadır. Devlet belki her zaman ifade edilen amacı sağlamak maksadıyla olmasa da gereğinden fazla sosyal hayata müdahale ederken güçsüz vatandaşını güçlü ekonomik kurumların sömürüsünden korumak amacıyla acaba ne zaman ekonomik hayata müdahale edecek? Evet, güçsüz vatandaşın güçlü bankalar karşısındaki durumundan bahsediyoruz.

Eskiden bankaların faaliyetleri şu çarktan ibaretti: vatandaştan mevduat topla, bu parayla devlet tahvili ve hazine bonosu al, bu kâğıtlardan kazandığın faizin bir kısmını da mevduat yatıran müşterilerle paylaş. Ekonomik şartların değişmesiyle sadece devlet tahvili ve hazine bonosu faizinin bankaları doyurmaya yetmeyeceği anlaşıldığında bankalar bireysel bankacılığı ve akabinde aktif pazarlamayı “keşfettiler”. Gerekli düzenlemelerin yapılmamış olmasından istifade eden bankalar, 1000 liralık geliri olan kişilere 5000 lira limitli kredi kartları sattılar, aynı kişilere 5000 lira limitli kredili mevduat hesapları (KMH) açtılar ve bilinçsizce bunları kullanan büyük bir kitle yakaladılar. Felaket adım adım ve “geliyorum” diye bağırarak bizi sarmaladı. Milyonlarca insan milyarlarca TL borç altına girdi, bunları ödeyebilmek için evinden arabasından oldu. Sosyal devletin gereği olarak düzenleyici kurumların bu duruma göz yummaması gerekiyordu ama meydan bankalara bırakıldı, karşılıksız para alıyormuşçasına sıcak paraya karşı koyamayan insanlarımız, evet kendileri düştüler ama sadece kendileri ağlamadılar bu süreçte.

Günümüzde oyunun şekli biraz değişse de özü hiç değişmedi aslında. Zor durumda ama az çok geliri de olan insanlar sürekli bankaların amansız takibinde. Aslında çoğu kişi bankaların insafsızlığının ve bankalarla çalışmanın ne demek olduğunun farkında olsa da, maddi açıdan zor durumda olmaları yüzünden tüm prensiplerini bir kenara bırakarak istemeyerek bankaların müşterisi olmakta... Bu durum karşısında, sosyal devlet olmanın gereği vatandaşını bankaların insafsız şartları karşısında korumak değil midir? Yıllık enflasyonun %8 olduğu bir ülkede bir bankanın KMH faizinin yıllık %80 olmasına nasıl müsaade edilebilir? Bankalar hala nasıl televizyonlarda gazetelerde aslında yıllık faizi %18 olan bir krediyi “aylık %0,45 faizli” diye pazarlayabilir? “Sattığı” kredi kartı için bir banka nasıl olur da 30-40 lira her yıl ücret alabilir ve dahası, nasıl olur da bir bankanın müşterisinden kart “kullanmama” bedeli almasına göz yumulabilir? Yıllık 50 Dolar’ın üzerinde hesap işletim ücreti dünyanın hangi ülkesinde uygulanabilir? Maalesef ülkemizde bunların hepsini yaşamaktayız. Banka ve bankalardan sorumlu resmi kurum yöneticilerinin, “banka” ve “bankacı” kelimelerinin insanlarda neden nefret uyandırdığını anlamakta zorlanıyor görüntüsü vermeleri oyununu daha ne kadar seyredeceğiz?

O bankalara gitmeyin, şu bankaları tercih etmeyin demekle geçiştirilemeyecek ciddi bir sorunla karşı karşıyayız. Devlet, sosyal devlet olmanın gereğini yapıp bu duruma müdahale etmelidir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde bu koşullarda çalışan bankalar yok, bizde de olmamalıdır.

Tüm koşulların bankaların lehine olduğu, vatandaşın bankaların karşısında korunmasız kaldığı bu insafsız piyasada yabancılar milyar dolarlar verip Türk bankalarından hisse almayacak da hangi ülkenin bankalarından hisse alacak? Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’ndan izin alıp bir an evvel Türkiye’de bankacılık faaliyetlerine başlamak için ellerini ovuşturan yeni taliplerden ve mevcutlardan bu vatandaşı kim ne zaman koruyacak?..

3 Kasım 2010 Çarşamba

İllerimizin bankacılık sektöründeki sicili

Mevduat bankalarıyla yahut katılım bankalarıyla her hangi bir iş ilişkisine girmiş tüm kişilerin ekonomik sicilleri belli bir merkezde toplanıp bu bilgiler tüm bankaların kullanımına sunulmakta. Her hangi bir bankadan alınan kredi kartı, kredi, çek defteri vs hangi ürün olursa olsun müşterinin bu ürünleri ne kadar “düzgün” kullanıp kullanmadığını tüm bankalar sistemlerinden görebilmekteler ve buna göre müşterilerini sınıflandırmaktalar.

Buna benzer şekilde, bankaların üst mercii olan kurum da (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, BDDK) ülke çapındaki tüm bu verileri derleyerek her 3 ayda bir yayınlamaktadır. Bankalar, sistemlerinden şahıs bazında yahut firma bazında müşterilerinin performansını takip ederken BDDK’nın sunduğu bu veriler de sektörler ve illerin ekonomik performansı hakkında genel bilgiler verirler.

BDDK’nın, kısa ismi Fintürk olan, Finansal Türkiye Haritası 2010 ilk yarı verilerinden derlediğimiz verilerle illerimizin bankacılık alanındaki genel performanslarına göz atacağız. Bunu yaparken bankaların sadece yurt içi şubeleriyle yapılan işlemleri dikkate alacağız ve İstanbul, Ankara, İzmir’i çalışmamızın dışında tutacağız. Sonuçları yorumlamadan, sadece sayısal verilere dayanan mevcut durumu paylaşacağız.

Bu bankacılık verilerine göre, kişilere yahut firmalara, bankaların kullandırdığı nakdi kredilerde geri ödemelerin en sorunlu olduğu iller bankalara 3 milyar 350 milyon TL kredi borcu olan Iğdır, Düzce ve Zonguldak. Nakdi kredilerin bankalara geri ödemesinde en az sorunlu iller ise bankalara 900 milyon TL’nin üzerinde nakdi kredi borcu olan Tunceli, Bingöl ve Karaman.

Taşıt kredilerine baktığımızda ise bankaların tahsilâtta en zorlandığı illerin, bankalara toplam 30 milyon TL’nin üzerinde taşıt kredisi borcu olan Kırıkkale, Sivas ve Artvin olduğu görülüyor. Taşıt kredilerinde en sorunsuz illerin ise bankalara yaklaşık 7 milyon TL taşıt kredisi borcu olan Bitlis, Karaman ve Muş olduğunu görüyoruz. BDDK verilerinde sıfır araç-ikinci el araç ayrımı olmasa da sorunlu taşıt kredilerinin daha çok ikinci el binek araçlarda olduğu sektörde bilinen bir gerçek.

Bankalar konut kredilerinin tahsilâtlarında daha rahatlar. Müşteriler, borca söz konusu olan şey içinde yaşadıkları ev olunca kredilerini geri ödemekte daha gayretliler. Taşıt ve diğer tüketici kredilerine oranla konut kredilerinin geri ödemesindeki gecikmeler, yasal takipler çok daha az. Konut kredilerinin geri ödemesinde en zorlanan iller, bankalara toplam 102 milyon TL konut kredisi borcu olan Hakkâri, Ardahan ve Düzce. Konut kredisinde bankaların verdikleri krediyi geri almakta en az zorlandığı, en az sıkıntı yaşadığı iller ise Karaman, Kırşehir ve Tunceli. Bu üç ilimizin bankalara toplamda 200 milyon TL konut kredisi borcu var.

Taşıt ve konut haricinde, müşterilerin kullandığı diğer tüm tüketici kredilerinin tahsilâtlarında ise bankaların en çok zorlandığı iller, bankalara toplamda 3 milyar 150 milyon TL diğer tüketici kredisi borcu bulunan Gaziantep, Antalya ve Aydın illerimiz. Bu kalemde yaklaşık 250 milyon TL bankalara borcu bulunan ve bankaların tahsilâtta en az zorlandığı illerimiz ise Tunceli, Muş ve Bitlis.

Bankalardan kişi başı en çok nakdi kredi kullanan illerimiz ise Antalya, Kocaeli ve Muğla. Bu üç ilimizin bankalara kredi borcu toplamda 26 milyar TL’ye yakın. Bu rakam şahısların ve firmaların (gerçek ve tüzel kişilerin) kullandığı nakdi kredileri gösteriyor. Bankalardan kişi başına en az nakdi kredi kullanılan iller ise, bankalara toplamda 600 milyon TL kredi borcu olan Muş, Hakkâri ve Şırnak illerimiz.

Mevduatta ise bankalarda kişi başı en çok mevduata sahip illerimiz Muğla, Antalya ve Uşak. Bu mevduat sadece şahıslara ait olan, firmaların mevduatının dâhil edilmediği tutardır (Tasarruf mevduatı). Sadece bu üç ilimizin bankalarda tuttuğu tasarruf mevduatının toplamı 16 milyar 500 milyon TL’dir ki bu tutar İstanbul, Ankara, İzmir hariç tüm Türkiye’nin tasarruf mevduatının yaklaşık %13’üne tekabül etmektedir. Bankalarda kişi başına en az mevduata sahip illerimiz ise Muş, Ağrı ve Bitlis. Bu üç ilimizin bankalardaki toplam tasarruf mevduatı sadece 415 milyon TL.

Bu verilere dayanarak ekonomik ve kültürel birçok genelleme yapmak, çeşitli varsayımlar üretmek mümkünse de biz konunun o tarafına girmeyip sadece derlenmiş bu verileri sunmakla yetineceğiz.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Petrol şirketlerini boykot mu dediniz?




“Petrol şirketleri fiyatları arttırmaya hazırlanıyor, hiç benzin almayarak araçlarımızı garaja park etmek mümkün değil. O halde sadece aşağıdaki üç şirketten benzin almayarak en azından bu şirketleri, fiyatları yükseltmemesi ve hatta indirmesi konusunda zorlayabiliriz” Özetle bunu ifade eden bir mail daha önce sanırım size de ulaşmıştır. Son günlerde aynı mail biraz daha farklı ifadelerle tekrar dolaşmaya başladı. Petrol fiyatlarını arttıran ve 1 litre benzin için dünyada en çok parayı bizim veriyor olmamızın sorumlusu ambargo uygulamamız istenen bu petrol şirketleri mi acaba?

Konuyu biraz genelden ele almaya başlamakta fayda var. Dünyada petrol fiyatlarını oluşturan en önemli etken (arz-talep klasiğinden sonra) petrol çıkarılan ülkelerdeki stabilitedir, yani bu ülkelerdeki savaş ve kargaşa durumu, ekonomik ve politik istikrarın vaziyetidir. Dünya çapında petrol fiyatlarının ilk sıçradığı dönemler 1970’lerin ortalarındaki Arap-İsrail savaşı, 1980’lerin hemen öncesi ve sonrasındaki İran Devrimi ile İran-Irak savaşıdır. Bu gelişmeler sonucu, 1973’te varili (1 varil 159 litre) yaklaşık 5 Dolar olan ham petrolün fiyatı 1983 yılına gelindiğinde yaklaşık 30 Doları gördü. 2000’li yıllarda ise petrol çıkarılan ülkelerdeki savaş ve kargaşalara Suudi Arabistan’ın petrol rezervlerinin tahmin edilenden erken biteceği gibi bir takım spekülasyonlar da eklenince 2001’de 23 Dolar olan ham petrolün varili Temmuz 2008’de İran-ABD restleşmesinin doruğa ulaşmasıyla tarihi rekorunu kırarak 147 Doları görüp nihayet bugünkü seviyesi olan 80 Dolara “geriledi”.

Petrol en çok ve en yaygın kullanılan enerji kaynaklarından biridir. Petrol fiyatlarındaki artış tüm dünyada malların ve hizmetlerin fiyatlarını da arttırır. Petrol fiyatları arttıkça, petrolle çalışan ekipmanlarca çıkarılan altının fiyatı da artar, mazotla çalışan pompalarla sulanan tarlalarda bahçelerde yetişen ürünlerin fiyatları da zamlanır, üretilen diğer ürünlerin ülke içinde yahut ülke dışındaki pazarlara nakliye masrafları da artar ve o ürünlerin fiyatları zamlanır. Kısaca, petrol fiyatlarındaki artış herkesi çok yakından ilgilendiren önemli sonuçlar doğurur.

Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nun 2010 ilk yarı sonu verilerine göre ülkemizde petrol piyasasının %81’i beş şirketin elinde. En çok pay sahibi olandan az pay sahibi olana göre sırasıyla bu şirketler Avusturya’lı Petrol Ofisi %32.8, İngiliz Shell %18, Koç Holding’in Aygaz’ının en büyük ortağı olduğu Opet %15, İngiliz BP %10 ve Fransız Total %5.1

Dünyadaki petrolün %80’i sadece 12 ülkenin rezervlerinde. (OPEC ülkeleri, Petrol İhraç Eden Ülkeler: Kuveyt, İran, Irak, S.Arabistan, Venezüella, Katar, Libya, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Nijerya, Ekvator ve Angola) Biz de diğer bir çok ülke gibi petrolü Dolar karşılığında dışarıdan satın alıyoruz. Ülkemizde akaryakıtta otomatik fiyatlamaya geçildikten sonra herkes benzin fiyatlarının dolar yükselirse ve ham petrolün varil fiyatı artarsa artacağını, bunlar düşerse de bizdeki benzin fiyatlarının da düşeceğini zannetti ama gerçekleşen durum hiç de öyle olmadı. Olmadığının en bariz göstergesi Temmuz 2008’de varili 180 TL olan ham petrol bugün 115 TL, Peki 2008’de litresi 3,45 TL olan benzin bizde neden bugün 3,75 TL? Bunun asıl sorumlusu petrol satan şirketler değil petrole konan vergidir. Bugün satın aldığımız benzinin rafineri çıkış fiyatı yani vergisiz fiyatı sadece 95 kuruştur. %268 vergi ile 3,45 TL olan 1 litre benzin yaklaşık 30 kuruşluk nakliye ve istasyon kârı ile bize 3,75 TL’ye ulaşmakta.

Dünyada ham petrol fiyatları artar artmaz yahut Dolar yükselişe geçer geçmez “otomatik fiyatlama gereği” hemen zamlanan benzin fiyatları, durum terse dönüp de Dolar ve dünyada ham petrol fiyatları düşünce pompa fiyatlarına yansımıyor. Bunun en büyük nedeni Maliye’nin düşüşlerde vergi oranlarını yükselterek pompa fiyatlarını sabitlemesi ve vergi gelirini arttırması. Kaçak benzin-mazot ticaretini arttıran bu uygulama kayıt dışı çalışanlardan alınamayan vergilerin telafisi için kayıt altındaki kişilere daha da yüklenerek alınmaya devam ediliyor. Tarım ve hayvancılıktaki hüsrandan sonra Maliye’nin de kayıt dışı ile mücadelede yıllardır pasif davranıp kayıt dışı çalışarak para kazananlardan vergi alamaması, bunu telafi etmek için kayıt altına girmiş dürüst insanlara, ücretlilere, esnafa ve kurumlara her yönden yüklendikçe yüklenmesi üzücü.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Madem Evinizi Krediyle Alacaksınız



Satın alınacak şey ne olursa olsun bunu satın almanın en kestirme ve en rahat yolunun mevcut maddi birikimle olacağına şüphe yok. Yeterli maddi güce kavuşmadan dış destekle satın alınacak her şeyin ekstra bir maliyeti külfeti olacaktır, bu dış destek aileden yahut yakın bir dosttan alınacak değilse tabi. Günümüzdeki tüketim alışkanlıkları bizleri maalesef maddi gücümüz olmasa dahi bazı harcamalara itiyor, iç sesimiz çoğumuza “kendini bundan mahrum bırakma, borçlanarak al, tüket, kullanmaya başla, akabinde bir şekilde ödersin” diye fısıldıyor.

Bir ev satın alarak ev sahibi olmak şüphesiz ev sahibi olmayan herkesin bir gün mutlaka gerçekleştirmeyi düşündüğü, bunun için çalıştığı, ulaşmak istediği tatlı bir hedeftir. Bu minvalde, yeterli birikimi olmadığı halde kendince bazı sebeplere istinaden konutunu krediyle alacaklara konut kredisi kullanımı hususunda bazı ikazlarda ve yönlendirmelerde bulunmakta fayda var.

Yazımız bir mevduat bankasından kredi yahut bir katılım bankasından fon kullanarak ev satın almayı düşünenlere, buna karar vermiş olanlara hitap ediyor. Yani yeterli birikimimiz yok ve buna rağmen dış destek olarak bu kurumlara başvurup kredi kullanmaya hazırlananlar, bunu planlayanlar. Tasarruflarımızla ev almaya hazır olmadığımız malum, peki krediyle ev almaya hazır mıyız? Bu sorunun cevabı için kendimize mini bir test yapmak durumundayız:

1-Aylık düzenli ve yeterli bir gelirimiz var mı? Düzenli bir gelirimizin olması ve bu düzenli gelirin kredi süresince (5 yıl, 10 yıl!) elde edilmesine kesin gözüyle bakabiliyor muyuz? Maaşlı çalışmıyorsak ve düzenli bir gelirimiz yok ise, kazandığımız 3 aylık paranın toplamı sürekli belli bir seviyenin üzerinde kalabiliyor mu? Aydan aya değişse de, her 3 aylık toplam kazancımızın en az 5,000 TLolması gibi.

2-Kredi geçmişimiz düzgün mü? Bankaların kredi kartı, kredi, çek ve senet kullanan kişiler hakkında istihbarat imkanı son derece geniştir. Bir bankadan alarak kullandığımız kredi kartımızın ödemelerini ne ölçüde düzenli yaptığımızı tüm bankalar görebilir. Özellikle yakın geçmişte ödenmemiş bir çek, senet, zamanında ifa edilmemiş bir kredi borcu yahut kredi kartı borcu, kredi alırken mutlaka karşımıza çıkacak ve kredi almamızı olumsuz etkileyebilecektir.

3-Belli bir miktar birikimimiz var mı? Satın almayı düşündüğümüz evin değerinin en az dörtte biri kadar birikimimiz olması gerekiyor. Zîra bankaların çok büyük bir kısmı sadece konutun değerinin dörtte üçü kadar kredi verirler. Konutun değeri kadar (%100 finansman) kredi veren bankalar var ise de bunların kredi oranları daha yüksek olmaktadır. Bu da ödemelerimizi ağırlaştıracak, bizi zorlayacaktır. %100 finansman yerine biraz daha sabırlı olup peşinatı biriktirmek her halûkarda daha mantıklı bir yaklaşımdır.

4-Paramız var ancak buna rağmen kiramızı, faturalarımızı, senetlerimizi vs zamanında ödeyebiliyor muyuz? Unutmamak gerekir ki paramızın olduğu durumda da borcun ödenmesi kadar, borcu zamanında ödeme alışkanlığı da çok ama çok önemlidir.

5-Zor zamanımızda ailemizin bize maddi yardımda bulunma durumu var mı? İşlerimizin geçici olarak bozulması, belli bir dönem işsiz kalmamız halinde bize, borçlarımızla birlikte, ellerinden geldiği kadar sahip çıkabilecek maddi imkânı ve isteği olan bir ailemizin olması, kredi kullanım aşamasında, krediye resmi kefil olmasalar dahi fırtınalı günlerde perişan olmamak için önemlidir.

Mini testimizdeki ilk iki soruya hayır demek zorundaysak zaten banka bize kredi vermeyecektir. Sonraki üç sorudan her hangi birisine hayır demek durumundaysak da evdeki bulgurdan da olmamak için krediyi kullanmadan evvel bir daha düşünmekte kesinlikle fayda var.

Kredi kullanmakta kararlı olanlara bazı önerilerde bulunmakta fayda var. Öncelikle asla sadece kredi oranları üzerinden karşılaştırma yapılmamalıdır. Kredinin gerçek maliyeti 10 yıl boyunca yapacağımız tüm ödemelerin toplamıdır. Karşılaştırmayı bu meblağ üzerinden yapmak doğru olandır. Bir konut kredisindeki masrafları dört ana başlıkta toplayabiliriz:

1. Ekspertiz Ücreti. Konuta giderek hem evi hem de tapudaki belediyedeki kayıtlarını vs inceleyecek eksper için 400 TL - 500 TL arasında bir defaya mahsus alınan ücrettir (100 metrekarelik şehir içindeki standart bir ev için)
2. Dosya Masrafı. Proje komisyonu, operasyon ve istihbarat ücreti vb isimler altında kredi tutarının yaklaşık %1 - %2’sini bir defaya mahsus ödememiz gerekecek.
3. Konut ve DASK Sigortaları. Yıllık kabaca 350 TL civarında ödeme yapmamız gerekecektir (10 yıl boyunca toplam 3 bin 500 TL ödenmiş olacak)
4. Hayat Sigortası. Aslında kanunen zorunlu değildir. Tüketicinin korunması hakkındaki kanun açıkça “bir malın satılması başka bir malın satılmasına bağlanamaz” demekteyse de bankalar müşteriyi zorlayarak hayat sigortası yaptırmadan kredi vermeyebilmekteler. Sıkı bir pazarlıkla hayat sigortası yaptırmamak 100 bin TL’lik 10 yıl vadeli konut kredisinde bize 5 bin TL ile 7 bin 500 TL arasında bir tasarruf sağlar. (Katılım Bankaları, çalışma prensipleri gereği hayat sigortası yaptırmazlar)

Tüm bu masraflar için kredinin vadesi boyunca ödeyeceğimiz tutarların toplamları üzerinden karşılaştırma yapmak en doğrusudur, sadece kredi oranına bakarak karşılaştırma kesinlikle yanıltıcıdır. En nihayetinde bunu çok kısaca örnekleyerek yazımıza son verelim.

Hayat sigortasını zorunlu tutan bir bankadan 100 bin TL, 10 yıl vadeli, aylık %0,89 oranla kullanacağınız kredi için 10 yıl boyunca tüm masraflar dahil 176 bin TL ödemiş olacaksınız.

Hayat sigortası yaptırmadan bu krediyi kullanmanıza izin veren bir bankadan ise krediyi aylık %0,95 oranla dahi kullanmış olsanız 10 yıl boyunca tüm masraflar dahil 173 bin 500 TL ödemiş olacaksınız.

Tüm bu bilgiler ışığında ev satın alma kararımızı, satın alma şeklimizi, krediyle almakta kararlıysak da en azından doğru kurumu seçmek konusundaki yöntemlerimizi yeniden gözden geçirmekte fayda var.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Kur Savaşları



1950’li yıllara kadar Dünya savaşlarının yaralarını saran ülkeler, ardından 1990’lara kadar süren bir soğuk savaş dönemine girdiler. Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasının akabinde, içinde bulunduğumuz zamandan itibaren savaşlar bundan böyle bir süre “kur savaşları” olarak devam edecek gibi görünüyor.

Kur savaşları nedir? “Ülkelerin kendi paralarının değerini, yabancı paraların değeri karşısında düşük tutmaya çalışmaları ve bu durumu başka ülkelerle rekabette avantaj sağlamaya çalışmaları” şeklinde özetleyebiliriz kur savaşlarını. (Ülkemize uyarlarsak: Dolar 1,20 TL değil 1,75 TL olsun!)

Peki, ülkeler para biriminin değeriyle oynayarak nasıl bir avantaj sağlarlar? Bir ülkenin parası ne kadar değerli ise o ülkenin diğer ülkelere mal ve hizmet satması da o kadar zor olur. Ülkemize uyarlayarak somutlaştırırsak; Türkiye’de mal imal edip bunu 150 TL’ye yurt dışına satacak firmayı düşünelim. Dolar’ın 1,50 TL olduğu durumda malın yurt dışına satış (ihraç) bedeli 100 Dolar oluyor. Ancak kurların değişmesinin sonucu bizim paramız değerlenirse-yabancı para değersizleşirse, örneğin Dolar 1,50 TL’den 1,20 TL’ye düşerse, yurtdışına o malı satacak firmanın satış fiyatı artık 100 Dolar değil 125 Dolar olacak (150 TL/1,20=125 Dolar). Kurlardaki bu değişiklik sonucu yurt dışına mal satacak firmanın malına durduk yerde %25 zam yapılmış gibi olacak ki bu durumda yurt dışından malı alacak firma büyük olasılıkla alımını iptal ederek kendine başka ülkelerin pazarlarından tedarikçi aramaya başlayacak. Hâlbuki bizim paramızın değeri düşseydi de Dolar değerlenseydi, 1,50 TL’den 1,75 TL’ye çıksaydı mesela, o malın ederi 100 Dolardan 86 Dolara düşecekti (150 TL/1,75=86 Dolar) ve satıcı ülke diğer ülkelere daha çok mal satacak bu durumdan avantaj sağlayacaktı.

Geçtiğimiz yıllardaki ağır ekonomik krizler, ülkelerin faizlerini düşürmelerine yol açtı. Zaten düşük olan faizlerini daha da düşüren gelişmiş ülkelerdeki nakit para sahipleri (sıcak para) faizlerin nispeten yüksek olduğu ülkelere paralarını götürerek o ülkelerden faiz kazanmaya başladılar. Dengeleri alt üst eden de bu sıcak paranın ülkelere girişi oldu. Aslında kur savaşlarını başlatan ülkeler olarak anılan ülkelerin yaptığı savaş değil savunma. Ülkelerine gelen ve getirdikleri yabancı paraları satarak yerli para alan fonlar yerli paraların değerini yükselttiler, tıpkı ülkemizde olduğu gibi. Milyarlarca Doları ülkemize getirerek bunu TL’ye çeviren fonlar TL talebini arttırdı, TL’ye olan yüksek talep, TL’nin değerini arttırdı ve döviz ucuzladı. 100 Dolara satacağı malı şimdi 125 Dolara ancak satabilecek duruma geldi ihracatçımız ve bu yüzden ihracat hız kesti, üretim yavaşladı. Merkez Bankamızın piyasadan Dolar toplamaya çalışarak piyasaya TL vermesinden başka biz bu duruma tedbir almazken başka ülkeler savunmaya geçtiler ve paralarının değerlenmesinin, dövizin ucuzlamasının önüne geçmeye çalışıyorlar.

Ülkemizde yaşanan ve bir süredir şahidi olduğumuz bu durum şimdilerde pek çok ülkede yaşanıyor. Kavgayı başlatan da parası değerlenen ülkelerin bu duruma müdahale etmeleri ve paralarının değerlenmesinin önüne geçmek için tedbirler alması. Bunun için ülkeye giren fonların girişini yavaşlatmak amacıyla vergi konulmaya başlanması bardağı taşıran son damla oldu ve başta Amerika bu durumu kabul etmeyeceğini açık açık ifade etti, bu ülkelerin mallarına ekstra gümrük vergisi uygulanması için kanun taslağı hazırlayarak bu ülkelere gözdağı verdi.

Gözdağı verilen ülkeler arasında biz bulunmuyoruz, zira paramızın değerini düşürerek dövizi pahalı hale getirmek gibi özel bir çabamız yok. Görünen o ki yapılacaklar, Merkez Bankamızın rezervlerini 100 milyar Dolara ulaştırmakla sınırlı kalacak. Ancak bu döviz alım ihalelerinin dahi Merkez Bankası başkanının da dediği gibi, kurları değiştirme etkisi olmayacak muhtemelen ve biz düşük döviz, değerli TL ile yola devam edeceğiz, yani bu kur savaşlarının içinde yer almayacağız.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Yeni Yabancı Bankalar Geliyor



Türk Bankacılık sektöründe faaliyet gösteren ve şube sayısı 100’ün üzerinde olan 14 mevduat bankası ve 4 katılım bankası mevcut. Mevduat bankalarının 3 tanesi Kamu Bankası (Ziraat, Halk ve Vakıf), 6 tanesi özel sermayeli banka (İş, Garanti, Ak, Yapı Kredi, TEB ve Şekerbank) 5 tanesi de yabancı sermayeli banka (Denizbank, Finansbank, ING, HSBC ve Fortis)

Geçtiğimiz yıllardaki ekonomik krizlerden sonra ülkemizi (Osmanlı’nın son zamanlarındaki güçsüz haline atıf yaparak) ikinci kez “hasta adam” ilan eden çevreler, yüksek borç rakamları ve işsizlik oranları ile sürdürülemez borçlanmalarıyla içlerindeki gerçek hastaları fark etmek zorunda kaldılar. Bizden “hasta adam” diye bahsedenlerin bazıları bugün “domuzlar” olarak adlandırılıyor. (İngilizce baş harfleri:P.I.G.S., Portekiz, İrlanda, Yunanistan ve İspanya) Gelişmiş ülkelerin bankacılık sektörlerindeki büyük oyuncular dahi 2001 krizinden ders alarak çıkan ve karlılık rekorları kıran Türk bankacılık sektörüne ve ekonomimize imrenerek bakmaya başladılar.

Şimdilerde bu çevreler ülkemizde banka kurmak için Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) kapısında yatıyorlar. Kurum’dan bankacılık lisansı elde edebilmek için randevu alan 10’un üzerinde grubun görüşmelere başlamak için sabırsızlandığı biliniyor. BDDK ise resmin artık değiştiğini, hasta adamın Türkiye değil Avrupa olduğunun farkında ve işi çok sıkı tutuyor. Yasal olarak 30 milyon TL banka kuruluşu için yeterli iken BDDK açık açık “300 milyon doları olmayan randevu dahi istemesin” açıklaması yaptı. Bu açıklamadan sonra yeterlilik sağlayan 10 civarında yabancı grup görüşmeler için sırada bekliyor.

Devlet Bakanı Ali Babacan’ın ve ardından BDDK Başkanı Tevfik Bilgin’in son zamanlardaki konuşmalarında konuyu sürekli gündeme getirmeleri bu görüşmelere başlanacağının işareti sayılabilir. 300 milyon dolar (450 milyon TL) ödenmiş sermaye, yasal zorunluluk olan 30 milyon TL ile karşılaştırıldığında ilk etapta yüksek bir talep gibi görünse dahi, işin aslının öyle olmadığı mevcut bankaların ödenmiş sermayelerine bakınca anlaşılıyor. Yukarıda saydığımız şu an faaliyetteki özel sermayeli 6 bankanın ödenmiş sermaye ortalaması 3 milyar 150 milyon TL, yabancı sermayeli 5 bankanınki 1 milyar 150 milyon TL ve 4 katılım bankasının ödenmiş sermaye ortalaması ise 700 milyon TL.

BDDK Başkanı Tevfik Bilgin’in şu kısa açıklaması durumu çok güzel özetliyor: “49 öğrencisi olan bir sınıf düşünün. (32 Mevduat Bankası, 13 Kalkınma ve Yatırım Bankası, 4 Katılım Bankası) Bu sınıf bütün olimpiyatlarda birinci olmuş. Bu sınıfa birileri girmek istiyor; biz de sınıfın ortalamasını bozmamak için, girmek isteyene ‘seviye tespit sınavı’ yapıyoruz. Sınıfın ortalamasını düşürmek istemiyoruz. Bu nedenle girmek isteyenlerden 300 milyon dolar sermaye istiyoruz. Cebine 300 milyon dolar koyan adaylara, kapı sonuna kadar açık”

1980’lerde ülkemizde faaliyete başlayan çok sayıdaki yabancı sermayeli banka bizdeki yapısal değişikliklerin gerçekleşmesini tetikledi. Öncesinde hantal bir yapıya sahip bankalar pazarlama odaklı ve teknoloji kullanımına açık kurumlar haline geldi. Peki günümüzde yabancı bankaların Türk Bankacılık Sektörüne ve banka müşterilerinin gündelik finansal hayatlarına bir katkısı beklenebilir mi? Bu soruya rahatlıkla evet demek güç. Türk bankaları, bankaların kullandığı teknolojik altyapı ve bankacılık sektörünü düzenleyen kurallar pek çok gelişmiş ülkelerin bankalarından ve bankacılık kurallarından geri değil. Öyle ki bizde yıllardır mevcut olan bazı düzenlemeleri Amerika henüz 2009 Mayıs’ında gerçekleştirdi. (Kredi kartı faizlerinin geçmişe dönük müşteri aleyhine değiştirilemeyeceği gibi)

Sektörde yer alacak yeni bankaları yakın dönemde göreceğiz. Sıkı düzenlemelerle belirlenmiş sınırlı sayıdaki ürün çeşitlendirilmesi ve teknolojik yenilikler gibi konularda bir beklenti yok ama tüketici lehine rekabette yeni bankalar yeni bir rüzgar estirebilirler.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Havale Masrafları ve Merkez Bankası’nın kararı



Geçtiğimiz hafta bankacılık sektörü oldukça hareketli bir hafta geçirdi. Özetlemek gerekirse; Devlet Bakanı Ali Babacan’ın “bankalar eline düşeni affetmiyor” açıklaması ile gözler bankaların müşterilerinden aldıkları komisyonlara çevrildi. Bu açıklamanın ardından Ankara Ticaret Odası başkanı Sinan Aygün “Bankaların komisyon çarkı taksimetreden daha hızlı dönüyor” diyerek olayı somutlaştırdı. Çeşitli bankalardan şehir içi bir şubeden diğerine 1,000 TL havale yaparak bazı bankaların aldıkları havale ücretlerini açıklayan Aygün, aynı işlem için bankaların 10 TL ile 50 TL arasında ücret almasını eleştirdi ve “bankacılık hizmetlerinde maliyetle fiyat arasında bir ilişki bulunmadığı ortaya çıktı” dedi. Bankalara ikinci sürpriz ise Merkez Bankası’ndan geldi. Merkez Bankası, bankaların topladıkları 100 TL mevduatın daha önce 5 TL’sini kendi hesabına alırken (munzam karşılık) yaptığı açıklama ile bunu önce %5,5’e çıkardı ve ekledi “bundan sonra munzam karşılıklara faiz uygulamasına son verilmiştir”

Tüm bu gelişmeleri yorumlamak gerekirse, öncelikle havale, bankaların müşterilerine sunduğu bir hizmettir. Hizmetler fiyatlandırılması en zor ürünlerdir. Bankacılık sektöründe bu tür hizmetlerin fiyatlandırılmasında maliyet esaslı fiyatlandırma yapılmıyor. Bu yüzden 100 metre mesafedeki iki şubeye para transferi ile birbirine en uzak mesafede bulunan iki farklı ildeki şubelere para transferi aynı şekilde tek tarife üzerinden fiyatlandırılıyor. Peki fiyatlama neye göre yapılıyor: bankalar bu hizmetlerin fiyatlandırılmasında “lideri izleme” olarak adlandırılan yöntemi kullanıyorlar. Yani sektör lideri bankaların (İş Bankası, Garanti, Akbank ve Yapı Kredi) fiyatlamaları diğer bankalara örnek oluyor ve “dört büyükler”in fiyatlamaları diğerlerine baz teşkil ediyor. Geçtiğimiz hafta hararetli bir şekilde gündemde yer alan havale masraflarına bakıldığında bankaların 1,000 TL (kasadan kasaya) havale için aldıkları ücretlere göre üç gruplamadan söz edilebilir. İlki en az masraf alan bankalar, 10 TL-30 TL, Kuveyt Türk, Ziraat Bankası, Albaraka, Şekerbank, Bank Asya, Türkiye Finans ve Denizbank. İkinci grup orta derecede masraf alanlar,30 TL-45 TL, Vakıfbank, Halkbank, HSBC, ING, Fortis, Finansbank, Garanti ve İş Bankası. Son sınıflama ise en çok masraf alan bankalar, 50 TL-55 TL, Akbank, Yapı Kredi ve TEB. (21.09.2010 itibarıyla bankaların internet siteleri)

Bankalar, müşterilerden talep ettikleri ücret ve komisyonları şubelerinde ve internet sitelerinde duyurmak, ilan etmek durumundalar. Bankalarla çalışmak durumunda olan müşterilere düşen ise bankalar arasındaki karşılaştırmayı akıllıca yaparak etik çalışan, mümkün mertebe etik çalışmaya gayret edenleri diğerlerinin arasından ayıklamak ve tercihini doğru yapmak.

Merkez Bankası’nın faizleri Cumhuriyet tarihinin en dip noktasına çekmesiyle kar marjları iyiden iyiye daralan ve bu yüzden de komisyonlara yüklenen bankalar şimdilerde munzam karşılık oranlarının arttırılması ve Merkez Bankası’ndan aldıkları faizlerin kesilmesine karşı strateji geliştirmeye çalışıyorlar. Topladıkları her 100 TL’nin 5,5 TL’sini Merkez Bankası’nın hesabına yatıracaklar ve 2001’den beri bu paralar için aldıkları faizi de bundan sonra alamayacaklar. Katılım bankalarının alıp zaten gelir yazamadıkları bu faiz gelirinin kesilmesiyle mevduat bankaları geçen seneki karlarının neredeyse %5’ine tekabül eden yaklaşık 1 milyar TL’lik gelirden mahrum kalıyorlar. Bu gelişme üzerine bankaların mevduat maliyetlerini düşürmeleri gerekiyor, bundan sonra öncelik mevduat müşterileri yerine sendikasyon kredileri olabilir. Mevduatla kredi oranları arasındaki marjı tekrar arttırmaları da sürpriz olmayacak.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Ortak ATM’ler



Çok yaygın ATM ağı bulunan bir iki büyük bankanın ağırdan almasına rağmen Ortak ATM Sistemi, 10 bankanın ortağı olduğu ve yaygın şube ağı bulunan diğer tüm bankaların da üye olduğu, kartlı ödeme sistemlerinde standartları belirleyen Bankalararası Kart Merkezi’nin (BKM) koordinatörlüğünde oluşturuldu ve kullanıma sunuldu. Bankalar 1 Ekim 2009 tarihinden itibaren Ortak ATM uygulamasına geçtiler. Bu tarihe kadar her bankanın müşterisi sadece kendi banka kartıyla (ATM kartıyla) kendi ATM’sinden işlem yapabiliyordu.
Sistemin BKM tarafından kullanım ücretlerine değinilmeden ilan edilmesi, alınan ücretlere ilk etapta tepkinin büyük olmasına yol açtıysa da müşterilerin artık ortak ATM kullanım ücretlerini öğrenmesiyle tepkiler yerini kabullenmeye bıraktı. Ücretlendirme konusunda sistem basit aslında: elinizde hangi bankanın ATM kartı varsa, hangi bankanın ATM kartıyla işlem yapacaksanız o bankanın belirlediği ücreti ödersiniz. Para çekeceğiniz yahut bakiye sorgulayacağınız ATM’nin hangi bankaya ait olduğunun bir önemi yok.
Sorulan ilk soru “neden bankalar para çekme ve bakiye sorgulama işlemleri için müşterilerinden para alıyorlar?” Sistemin düzenleyicisi BKM’nin düzenlemesi gereği, ATM’si kullanılan bankaya belli bir oran ve tutarda komisyon ödeniliyor. Yani A bankasının müşterisi A bankasının kartıyla B bankasının ATM’sinden işlem yaptığında (işlemden kasıt sadece para çekme ve/veya bakiye sorgulamadır) A bankası kendi müşterisi onun ATM’sini kullandığı için B bankasına minimum bir komisyon öder. Bu minimum komisyon, yapılan işlemin masrafıdır.
İkinci soru “işlem ücretleri bankadan bankaya neden farklılık arz ediyor?” Bunun cevabı basit: bazı bankalar, müşterilerinden sadece bankaya mal olan masrafı alırken (aşağıdaki tabloda en dipteki 5 banka) bazı bankalar da işlemlerden kaynaklanan masrafın yanı sıra müşterilerinden fazladan komisyon alıyorlar (aşağıdaki tabloda en dipteki 5 banka haricindeki bankalar) Fazladan komisyon alan bankaların iki temel amacı var. İlki sistemden ekstradan gelir elde etmek. İkincisi, müşterilerinin başka bankalarla tanışmalarına vesile olma ihtimali bulunması dolayısıyla, ATM’sinden para çekmek için dahi olsa, onun başka bankalara gitmesine mani olmak.
Haziran sonu itibarıyla yaklaşık 67 milyon ATM kartı ve 25,300 adet ATM ile büyük bir pazar söz konusu. Aşağıdaki tabloda bankaların internet sitelerinden derlenen güncel ortak ATM kullanım ücretleri-oranları yer alıyor. Bu tablodaki bankaların müşterileri hangi bankanın ATM’sinden işlem yaparlarsa yapsınlar aşağıdaki komisyonları ödüyorlar. (100 TL nakit çekim için müşterilerinden en çok komisyon alan bankadan en az alan bankaya göre sıralama)
Banka 100 TL nakit çekim için aldığı ücret
Vakıfbank 4,50 TL
Akbank 4 TL
Fortis 4 TL
Garanti 4 TL
HSBC 4 TL
TEB 4 TL
Yapıkredi 4 TL
Bank Asya 3,50 TL
ING 3,50 TL
Finansbank 3 TL
İş Bankası 2,70 TL
Halk Bank 2,50 TL
Denizbank 2 TL
Kuveyt Türk 1,76 TL
Şekerbank 1,76 TL
Albaraka 1,75 TL
Türkiye Finans 1,75 TL
Ziraat Bankası 1,75 TL

21 Eylül 2010 Salı

Bankaların şube başına düşen mevduat ve kredi tutarlarına göre sıralaması, 2010 yarı dönem itibarıyla

Toplam tasarruf mevduatında ilk üç banka ve son üç banka sıralamasında geçtiğimiz çeyrek döneme göre bir farklılık yok



Toplam Mevduatta ilk üç banka sıralaması geçtiğimiz dönem ile aynı. Son üç banka sıralamasında Şekerbank ve Fortis en sonda yer almaya devam ederken Denizbank bir üst basamağa çıkıp TEB’i sondan üçüncülüğe itti


Yabancı Para tasarruf mevduatında ilk üç banka ve son üç banka sıralamasında geçtiğimiz çeyrek döneme göre bir farklılık yok

TL tasarruf mevduatında ilk üç banka ve son üç banka sıralamasında geçtiğimiz çeyrek döneme göre bir farklılık yok



Konut kredilerinde ilk üç banka ve son üç banka sıralamasında geçtiğimiz çeyrek döneme göre bir farklılık yok; sadece geçen dönem sondan ikinci olan TEB, Albaraka’yı geçerek sondan ikincilikten sondan üçüncülüğe çıktı



Taşıt kredilerinde ilk üç banka geçen dönemki ile aynı, sıralamada ufak bir farkla: lider olan ING durumunu korumaya devam ederken Yapı Kredi, Garanti’yi ikincilikten alarak üçüncülüğe itti. Son üç banka sıralaması ile geçen döneme göre bir değişiklik göstermiyor

15 Eylül 2010 Çarşamba

Katılım Bankaları



İsimleri 2006 yılında “Katılım Bankası” olarak düzenlenen bu kurumlar “Özel Finans Kurumu” olarak Turgut Özal hükümetinin bakanlar kurulu kârarıyla 1983 yılında faaliyet izni almışlar, 1985 yılında da ilk Katılım bankası faaliyete başlamıştır. Kuruluş amaçları Türk Bankacılık sistemine yeni bir alternatif sunmak değil “para satan” mevduat bankalarıyla çalışmak istemeyen ve bu yüzden de birikimlerini yastık altında muhafaza etmek zorunda kalan yahut işlerini büyütmek, makina almak, ev almak vs gibi nedenlerle kredi kullanmak ihtiyacında olan ancak bundan imtina eden kesimin de belirli kurallar dahilinde bu imkanlardan faydalanmasını temin için tamamlayıcı bir faktör olarak planlanmıştır.

Global çapta diğer ülkelerde HSBC ve Citibank gibi bankaların da faaliyet gösterdiği katılım bankacılığında ülkemizde bugün toplam 600’e yakın şube sayısı ve 12500’e yakın personelle faaliyet gösteren dört katılım bankası mevcut: Albaraka, Asya, Kuveyt Türk ve Türkiye Finans. Cumhuriyet’le yaşıt hatta Cumhuriyet’in kurulmasından önce (Ziraat Bankası-1863) faaliyetlerine başlamış ve kökleşmiş bankaların faaliyet gösterdiği bir piyasada bugün itibarıyla 40 milyar TL’ye yakın aktif büyüklüğü ve bankacılık sisteminde kullandırılan fonların yaklaşık %6’sı oranında bir paya sahipler ki bu oranlar çok ciddi oranlar ve eğilim sürekli artış yönünde. Kuruluşlarından bu yana yaşanan en üzücü olay ise, mevduat bankalarının da neredeyse üçte birinin battığı-fona devredildiği Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinden sonra ayakta kalamayan İhlas Finans. Katılım Bankalarına olan bakışı negatif etkileyen bu olaydan ve krizden sonra günümüzde Katılım bankaları da 5411 sayılı bankacılık kanununa tabi kılınmış ve Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun denetimine girmişlerdir. Bankalardaki mevduata verilen devlet güvencesi katılım bankalarına yatırılan fonlar için de geçerli ve bugün Türk Bankacılık Sistemindeki toplam fonların %5’i (28 milyar TL) katılım bankalarında. Bu yılın ilk yarısı olmak üzere, son beş yıla bakıldığında topladıkları bu fonların neredeyse %100’ünü reel sektöre aktarmışlardır ki takdire şayan bu oran mevduat bankalarında %79 seviyesindedir.

Katılım bankacılığında en sık sorulan sorulardan birisi “katılım bankalarının dağıttıkları kâr payları neden mevduat bankalarının faiz oranlarıyla aynı?” Öncelikle bu oranlar birebir aynı değildir. Zaman zaman banka faizlerinin altında veya üstünde kâr payı dağıtılabilir. Nitekim 13 Eylül 2010 Pazartesi verilerine göre özel sermayeli en büyük dört mevduat bankasının (Akbank, Garanti, İş Bankası ve Yapı Kredi) faiz ortalamarıyla katılım bankalarının dağıttıkları kâr paylarının ortalamalarını karşılaştırma yapmak gerekirse Katılım Bankalarının oranlarının TL’de %11, Amerikan Doları’nda %132, Euro’da %114 daha yüksek olduğu görülür. Katılım bankaları nakdi kredi vermezler, mal alım satımına aracılık ederler; makina, ev vs gibi ihtiyacı olan kişi için o malın bedelini satıcıya peşin ödeyerek malı satın alırlar, daha sonra kendi müşterilerine o malı vadeli ve üzerine kâr koyarak satarlar. Satıştan elde edilen kâr da ticari mantık gereği piyasadaki oranların çok altında veya çok üstünde olamaz. Bu alım satımdan elde edilen belirli oranlardaki kâr, katılım bankalarına paralarını yatıran müşterilerle paylaşılır.

Sık sorulan bir diğer soru da “neden hiç zarar etmiyorlar, sürekli kâr dağıtıyorlar?” Katılım bankaları her ay gayrımenkul, araç, hammadde vs gibi binlerce alım satım, binlerce proje yapmaktalar. Bu alım satımları yaparken çok titiz piyasa istihbaratı yaparlar ve karşılığında malı sattıkları müşterilerinden teminat alırlar. Bu binlerce projeden batık çıkan projeler çıksa da kâr ettikleri projelerin yanında bunlar çok cüzi kalırlar ve zararı diğer projelerin kârlarıyla mahsup ederler. Az sayıdaki zarar edilen projelerin zararı para yatıran müşteriye ancak dağıtılan kâr oranının düşmesi şeklinde yansır.

Sınırlı yerimizde Türk bankacılık sistemindeki katılım bankalarına özet bir bakış niteliğindeki bu yazımız tabi ki açıklanması gereken tüm noktaları etraflıca açıklamaktan çok uzaktır. Konu hakkında Prof. Dr. İsmail Özsoy’un “Türkiye’de Katılım Bankacılığı” eserini tavsiye ederiz. Türkiye Katılım Bankaları Birliği internet sitesi de konu hakkında detaylı bilgileri barındıran ziyaret edilmesi gereken bir sitedir (tkbb.org.tr)

9 Eylül 2010 Perşembe

Bireysek emeklilik sistemi; Uzak mı durmalı, katılmalı mı?



Bu yazımızda 2013 yılında ilk emeklilerini göreceğimiz Bireysel Emeklilik Sistemi nedir, bu sisteme girmek gerçekten avantajlı mı yoksa bu sistem de bir zamanların konut edindirme yardımı kesintileri gibi bir balon mu? gibi sorulara cevap arayacağız.

Bireysel emeklilik sistemini düzenleyen kanun 2001 yılında resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. Devletin bu kanun ile amaçladığı şey vatandaşlarının yaşlılıklarında kullanmaları amacıyla güvenli bir şekilde tasarruf yapmalarını teşvik etmek, bu tasarruflarını yatırıma yönlendirmek ve düzenlemek, ekonomiye kaynak sağlamak. Bireysel emeklilik şirketleri 2003 yılında kuruluşlarını tamamlayarak faaliyetlerine başladılar. Günümüzde, yaklaşık yarısı bankaların olmak üzere, 13 emeklilik şirketi mevcut. Katılım Bankaları da bu şirketlerle ortak çalışarak sistemde yavaş yavaş yerlerini alıyorlar.

Bu şirketlerin faaliyetleri Hazine Müsteşarlığı, fonların ve portföy yöneticilerinin faaliyetleri ise Sermaye Piyasası Kurulu tarafından denetleniyor. Ayrıca şirketlerin faaliyetleri Emeklilik Gözetim Merkezi tarafından günlük olarak takip edilmekte. Ödenen primlerle oluşan birikimler, konusunda uzman portföy yöneticileri tarafından sizin belirlediğiniz alanlarda (altın, hisse senedi, döviz..) değerlendirildiği için paranızın pul olma durumu yok, aksine sürekli bir değer artışı beklemek mümkün.

Sistemi özetlemek gerekirse, en az 10 yıl prim ödeyip 56 yaşını dolduran kişi sistemden emekli olma hakkını elde ediyor. 10 yıldan önce veya 56 yaşından önce sistemden ayrılmak da, bazı vergi kesintilerine katlanmak göze alınırsa, mümkün olabiliyor. Kişinin bu 10 yıl boyunca ödediği primlerden oluşan birikim, seçtiği şirket tarafından kişinin belirlediği şekilde değerlendiriliyor. Sürenin sonunda biriken parayı kişi topluca alabildiği gibi dilediği zaman aralıklarında ve istediği bir tutarda da alabiliyor. Sistemin işleyişinin özetinin özeti bu, sistem hakkında teferruatlı bilgi için Emeklilik Gözetim Merkezi’nin sitesi ziyaret edilebilir: www.egm.org.tr

Konu hakkında en sık sorulan can alıcı soru ise “bu sisteme girmem avantajlı mı?” Bu soruya verilebilecek en net ve özet cevap: sistemin tek avantajlı yanı vergi avantajı, şayet vergi avantajından yararlanabilecekseniz bu sisteme girmekte tereddüt etmeyin. Vergi avantajından yararlanamayacaksanız 300-500 lira giriş ücreti ve yatırdığınız primin ortalama % 5’i kadar Yönetim Gider Kesintisi gibi masraflara katlanmaktansa kendi tasarrufunuzu kendiniz yapmayı düşünün. Düzenli tasarruf etme kabiliyetinize güvenmiyorsanız, harici bir etken olmadan her ay gelirinizin belli bir kısmını kenara koymakta başarılı olamam diyorsanız her halükarda sisteme girmekte fayda var.

Vergi avantajından yararlanarak sisteme giriş yapacaklara da çok önemli bir uyarı-öneri: Hedefiniz ve beklentiniz şirketlerin vaat ettikleri fon getirilerinden ziyade vergisel avantajdan maksimum faydalanmak olsun. Unutmayın, bu sistemden elde edeceğiniz en önemli ve en yüksek kesin getiri sadece vergi avantajından sağlayacağınız vergi indirimidir. Hatırı sayılır bir birikim için, vergi indiriminden kaynaklanan gelirinizdeki artışı da tasarruf etmelisiniz. Örnek vermek gerekirse, aylık 3,000 TL brüt geliri olan ve ayda 300 TL prim ödeyen bir kişi yıllık 970 TL daha az gelir vergisi ödeyecek, yani bu tutar cebinde kalacaktır. Ödenen yıllık primin %27’sine tekabül eden işte bu tutarı tasarruf etmeksizin beklentilerinizi sadece emeklilik şirketlerinin fon getirisine endekslerseniz, internet sitelerindeki “emekli olduktan sonra ne kadar param olacak” hesaplamalarına bakarak beklentilerinizi sakın yüksek tutmayın!

Ramazan Bayramınızı en içten dileklerimle tebrik eder sevdiklerinizle birlikte nice bayramlara vasıl olmanızı temenni ederim.

2 Eylül 2010 Perşembe

Bankaların “Bayram Şekerleri”ne aman dikkat!



Yine bir bayram arefesindeyiz ve bankalar yine kendi tabirleriyle geleneksel hale getirdikleri bayram kredilerinin duyurularını süslü ve çarpıcı sloganlarla ilan etmekteler. Bankalardan tüketici kredisi kullanmanın akıllıca bir iş olup olmadığını ve uygunluğunu bir tarafa bırakırsak, bu bayram kredileri gerçekten bankaların ilan ettikleri gibi tüketicilere sunulan sudan ucuz maliyetli bir bayram hediyesi, bayram şekeri midir? Maalesef hayır, şeker gibi sunulan bu ürünler olsa olsa şık ambalajlanmış, dışı şeker kaplamalı fakat içi acı dolu kandırmaca ürünlerdir. Neden bu kadar kesin ve katı bir giriş yaptık, anlamak için bu ürünleri hep beraber örnekleriyle inceleyerek tanıyalım ve bilinçlenelim...

Evvela, piyasada sıfır faizli kredi verdiğini iddia eden bankaların dahi bulunmasının, bu bankaların “sıfır faizli kredi” verdiğini reklamlarda ilan edebilmelerinin maalesef tüketicileri bankalara karşı koruyan bir mekanizmanın olmamasından kaynaklandığını ifade etmek gerekiyor. Bankaların yaptığı iş en basit anlatımıyla şudur: vatandaşın parasını belli bir faiz oranı vereceğini taahhüt ederek toplarlar, o faiz oranının üzerine yine faiz bindirip bu parayı ihtiyacı olanlara satarlar, aradaki faiz farkından da kendileri para kazanırlar.

Bankalar şu sıralar ortalama aylık % 0,55 ile % 0,75 arasında faiz vererek para (mevduat) topladıklarına göre demek ki para kazanıp kar edebilmeleri için verdikleri kredilerin oranlarının, bu oranların daha üzerinde olması gerektiği çok açık. Diğer bazı ürünlerden elde ettikleri karlar ile bu verdikleri kredilerin oranlarını biraz daha düşürebilseler de bunun hiçbir zaman kredi oranını sıfırlamayacağı malum.

Sıfır faizli olduğu iddia edilen krediler bir yana, bu özet bilgiler ışığında bankaların “bayram şekerlerini” laboratuarımıza alarak inceleyelim. İnceleyeceğimiz numune ürünümüzün sloganı “iki kere bayram ettiren ihtiyaç kredisi” olan bir ürün. Slogan ambalajdır ve hakkını vermek gerekiyor, bu ambalaj çok albenili, değil mi? Ambalajı açarak ilan edilen faiz oranına baktığımızda ise (şeker kaplama kısmı) aylık oranın %0,39 olduğunu öğreniyoruz. Şeker de gayet hoş görünüyor? Peki aylık ortalama yaklaşık % 0,70 ile vatandaştan topladığı paraları nasıl oluyor da % 0,39’dan satabiliyor bu banka?

Bunun sırrı kredi kullanımında müşteriden alınan fahiş masraflarda gizli. Şimdi şeker kaplamayı çıkarıp ürünün esas muhteviyatına, özüne bakalım. Dosya masrafı, istihbarat ücreti, hayat sigortası vb isimler altında alınan ücretler kredinin ilan edilen çıplak oranına giydirildiğinde % 0,39 oranla aldığınızı zannettiğiniz bu bankanın bu kredisinin aylık oranı tam % 1,55’e tekabül ediyor! 0,39 ve 1.55’ e göre orantılarsak, marketten raf fiyatlarına baka baka 100 liralık alışveriş yapıyorsunuz ancak kasaya geldiğinizde kasiyer sizden 100 lira değil tam tamına 397 lira ödemenizi istiyor! Bu markete, şikayetiniz sonucu, ağır yaptırımlar uygulayacak kurumlar var iken bankalar ise meydanı boş bulup böylesine etik dışı ve aldatmaca ile dolu reklamlar yapabiliyorlar.

Geçtiğimiz yıl düzenleyici kurum bankaların ilan ettikleri çıplak oranların yanı sıra alınan tüm masrafların da bu orana dahil edildiği “aylık-yıllık maliyet oranları” tablosu yayınlamasını zorunlu tuttu. Kredilerde sadece ilan edilen oranlara bakarak karşılaştırma yapmak son derece yanlıştır. Kredinin gerçek maliyeti için bu tablolar muhakkak incelenmeli ve karşılaştırma mutlaka aynı miktar kredi ve aynı vade için bu tablolardan yapılmalıdır. Evdeki bulgurdan da olmamak için son derece düşük göstermelik oranlardan piyasada kredi reklamı yapan bu bankaların reklamlarına asla kanmamak gerekiyor

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Yoksa siz hâlâ Hesap İşletim Ücreti mi ödüyorsunuz?



Yahut bu ücreti ödememek için bankaların dayattığı, o bankanın diğer bazı ürünlerini satın almak zorunda mı bırakılıyorsunuz, kredi kartı gibi? Veya aslında kullanmak istemeyeceğiniz, ancak banka için gelir getirici diğer bazı hizmetlerini kullanmak zorunda bırakılmayı sineye mi çekiyorsunuz, “senden hesap işletim ücreti almayabiliriz ama en azından şu kadar otomatik fatura ödeme talimatı vereceksin” gibi? İyi de neden buna katlanmak zorunda olasınız ki? Okumaya devam edin…

Bankalar, özellikle büyük bankalar, bu yılın ilk yarısında da çılgın kârlar açıkladılar. Sektördeki yüksek kârlılık finansal piyasaların en önemli oyuncuları olan bankalar için olumlu, buna kimsenin bir itirazı yok ama bu gelirlerin kaynağına yöneltilen bazı haklı itirazlara da kulak vermek gerekiyor.

Eskiden, topladığı mevduatın önemli bir kısmını direkt devlet tahvili ve hazine bonosuna yatırarak “kâğıtçılıkla geçinen” bankalar, bu alandaki kârların erimesiyle yeni alanlara yelken açtılar; bireysel bankacılık önem kazandı ve bireysel sektörde trend hala da yukarı yönlü. Kâğıtçılığın (devlet tahvili, hazine bonosu vb gibi enstrümanlara yatırımın) taş atmadan, yorulmadan ve riske girmeden kolay getirisine alışan bankalar bu alışkanlıklarını bankacılık hizmeti verdiği müşterilerinden de sağlama eğilimindeler. Bunun en çarpıcı örneği hesap açtıran kişilerden alınan hesap işletim ücretleri. Bankayla tek ilişkisi kredi olan, sadece taksitlerini ödeyen bir kredi müşterisinin hesabından dahi hesap işletim ücreti alacak kadar zıvanadan çıkan bankalar var maalesef!

Peki neye dayanarak bunu yapabiliyorlar? Bakanlar Kurulu, bankaların müşterilerden alabilecekleri ücret ve komisyonları düzenleme yetkisini 2006 yılında Merkez Bankası’na devretti ve Merkez Bankası da hemen aynı yıl bir tebliğ yayınlayarak özetle “bankalar müşterilerden alacakları ücret ve komisyonların niteliklerini ve sınırlarını serbestçe belirleyebilirler” hükmünü ilan etti. “Kimden ne ad altında olursa olsun, ne ücret alabiliyorsanız almakta serbestsiniz, karışmıyorum” şeklinde de özetlenebilir bu karar. Bankalar bu ücretin alınmasını Merkez Bankası’nın bu tebliğine dayandırıyorlar.

Verilen bankacılık hizmetlerindeki “operasyonel maliyetler için” alındığı iddia edilen bu ücret nereden bakılırsa bakılsın, zorlamayla yasal bir temele oturtulsa dahi, etik değildir. Bu ücreti hiç almayan bankalar olduğu gibi alınan ücretler arasında da %300’ü aşan farklar da bu ücretin belli bir maliyeti karşılamaya yönelik, rasyonel hesaplamalara dayandırılarak ilan edilmiş bir ücret olmadığını kanıtlıyor. Zaten uygulamada hesap işletim ücreti, buna itiraz ederek hakkını arayan müşterilerden alınamıyor, alınan ücretler iade edilmek zorunda kalınıyor, nasıl mı? Tüketici Sorunları Hakem Heyeti Başkanlığı vasıtasıyla.

İllerde Sanayi ve Ticaret müdürlüklerinde, ilçelerde ise kaymakamlıklarda bulunan hakem heyetlerine başvurarak 10 dakikada ücretsiz bir şekilde yapılacak başvuru neticesinde, heyet, bu ücretin rasyonel hesaplamalar neticesinde hesaplanmış, belirli bir maliyet karşılığı alınan insaflı ücret olmadığını tescil ederek ücretin iadesi yönünde karar veriyor. Evet, heyetin kararları mahkeme kararı hükmünde olduğundan, bankaların itiraz hakları saklı kalmak kaydıyla, kesinlikle bağlayıcı oluyor. Ancak çoğu kişi heyetlere başvuruyu ihmal ettiğinden bankalar hesap işletim ücretlerini alabildikleri müşterilerden almaya devam ediyorlar.

Zaten etik olmayan bir ücret, etik olmayan bir şekilde, buna itiraz etmeyen, hakkını aramayan kimden alınabiliyorsa onlardan alınmaya devam ediliyor. Bu da güven müessesi olması gereken bankaların itibarını hayli zedeliyor ve haklı olarak toplumda bankalara karşı güvensizlik oluşturuyor. Düzenleyici kurumların harekete geçmesini beklemek bir yana, müşteri olarak bilinçlenmedikçe bankalar bu ve buna benzer etik olmayan ücretleri almaktan vazgeçecek gibi de görünmüyorlar.

BANKA --- YILLIK HESAP İŞLETİM ÜCRETİ

KUVEYT TÜRK HESAP İŞLETİM ÜCRETİ ALMIYOR
ALBARAKA 20
BANK ASYA 20
TÜRKİYE FİNANS 30
ZİRAAT BANKASI 40
HALK BANKASI 44
DENİZBANK 48
ŞEKERBANK 48
VAKIFBANK 50
FİNANSBANK 54
ING 54
FORTIS 54
TEB 60
İŞ BANKASI 60
AKBANK 65
HSBC 66
GARANTİ 68
YAPI KREDİ 72

19 Ağustos 2010 Perşembe

"Altın"ı tanıyalım, yastık altında tutmayalım



Yastık altı, bireylerin kıymetli varlıklarını finansal sistemin dışında, evde, işyerinde, kasada, sandıkta vs muhafaza etmelerini izah eden bir tabirdir. Bu muhafaza şekli bilhassa ülkemizde oldukça yaygındır ve hırsızlık, kaybolma, deprem, yangın, sel gibi olasılıklar yüzünden oldukça riskli, ülke kaynaklarının ciddi bir bölümünün atıl kalmasına sebebiyet vermesi yüzünden de artık terk edilmesi gereken bir muhafaza şeklidir. Kıymetli varlıkların en başında gelen altın üzerinden konuşacak olursak, altının yastık altında muhafazasına alternatif nedir sorusuna cevap vermeden evvel bu kıymetli madenin kısaca özgeçmişine bakmakta ve altını tanımakta fayda var.

Altın, yeryüzünde sınırlı miktarda bulunması, kolay işlenebilmesi ve göz alıcı bir maden olması hasebiyle eski çağlardan beri insanların ilgi gösterdiği bir maden olmuş ve kıymetli madenler kategorisindeki yerini almıştır. Mısır’daki yazıtlarda M.Ö. 2600’lü yıllarda hayranlıkla tasvir edilmiş, M.Ö. 1320 yılındaki bir haritada, bulunması muhtemel yerler işaretlenmiştir. Ekonomik bir değer açısından ise ilk kez Lidya’lılar tarafından M.Ö.560-547 yılları arasında kullanılmaya başlanmıştır. O yıllarda başlayan altının piyasalardaki itibarı, devletlerin rezervlerinde yer almasından tutun da bireylerin yatırımlarında önemli bir faktör olmasına kadar, artarak devam etmektedir. Yüz yılı aşkın bir süredir devletler merkez bankaları vasıtasıyla piyasalardan altın toplamakta ve kasalarında tutmaktadırlar. Dünyada en çok altın rezervi bulunduran ülke 8133 ton ile Amerika Birleşik Devletleri’dir. Türkiye ise 1995’ten bugüne kadar sabit 116 ton rezervle dünyada en çok altını olan 29. ülkedir.

Piyasada satılan altınlar yüzde yüz saf değil, belirli oranlarda başka madenler katıştırılarak üretilmiş altınlardır. Altına belli oranlarda gümüş katıştırılarak sarı altın elde edilir ve bu karışımdaki altın yoğunluğu çoğu ülkede “karat” bizde ise genellikle “ayar” olarak ifade edilir. 24 ayar altın %100 saf altındır, çok yumuşak olduğu için işlenmeye müsait değildir ve piyasada satılmaz. Piyasada kuyumcularda satılan 22 ayardaki bir altında %91,67 oranında has altın vardır, 18 ayardaki has altın oranı %75 ve 14 ayardaki has altın oranı ise sadece %58,3’tür.

Piyasada satılan altınların fiyatlarında işçilik maliyetleri de vardır. Bu yüzden alım satımlardaki fiyat farkları müşteri aleyhine artabilmektedir. Altına yatırımın en güvenilir yolu, yastık altında muhafazaya göre birçok avantajları bulunan alternatif, bir bankadan altın hesabı açtırmaktır, ancak dikkat, altın hesaplardan hesap işletim ücreti almadığını söyleyen bazı bankalar, altın hesabı kullanabilmek için açılacak vadesiz hesaptan ise hesap işletim ücreti almaktalar. Bu tuzağa düşmeden, altın hesap yahut vadesiz hesap, ne ad altında olursa olsun her hangi bir hesaptan hiç bir masraf komisyon vs almayacağını kesinlikle taahhüt eden bir bankayı seçmemiz gerekiyor menfaatimiz icabı...

Banka aracılığı ile, Dolar-Euro alıp satar gibi, miligram bazında bile alım satım yapabilecek, düşük meblağlarda dahi, 20 liralık, 50 liralık… altın alarak tasarruf etme imkânımız olacak ve bu işlemler için her hangi bir komisyon, muhafaza ücreti vs de ödemeyeceğiz. Devletin bankalardaki mevduata verdiği güvence altın hesaplarda da aynen geçerli ve altının değer artışlarından kaynaklanan kazancımız da her hangi bir vergiye tabi değil. Bunların yanı sıra altın fiyatlarındaki artış veya azalışlarda yahut dilediğimiz her hangi bir zaman alım satım yapabilme avantajı, ücretsiz ve güvenli muhafaza kolaylığı, işçilik ücreti giydirilmemiş saf altın fiyatlarından dar marjlarda alım satım imkânı, istenildiğinde fiziki teslim avantajlarıyla yastık altındaki altınlarımızı ve özellikle faizden kaçınmak için bankaların vadesiz hesaplarında atıl bekletilen birikimleri masrafsız bir şekilde güvenle altın hesaplara aktarmak en akılcı yöntemdir.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Çalışacağınız bankayı iyi seçin, üzülmeyin!



Şubat 2001 krizinde kelimenin tam anlamıyla üzerlerinden silindir geçen bankalar, düzenleyici ve denetleyici kurumun sıkı çalışmasıyla standartlarını gelişmiş ülke bankalarının dahi üzerine çıkardılar. Bu krizi atlatarak ayakta kalan ve faaliyetlerine devam eden bankalar 2010 yılının ilk yarısına ait net kârlılıklarını geçtiğimiz günlerde açıkladılar. Özel sermayeli dört büyük bankadan birisi, yılın ilk 6 ayında 2 milyar TL’ye yakın net kâr açıkladı. Bu rakam, çalışan personel sayısına orantılandığında bankanın personel başına 6 ayda yaklaşık 112 bin TL net kâr elde ettiği sonucu ortaya çıkıyor. Personel başına düşen kârdan giderek bir genelleme yaptığımızda; etkin bir şekilde yönetilen, fevkalâde kârlı bir sektörde faaliyet gösteren ve 30 çalışan personeli olduğunu varsaydığımız hangi işletme Türkiye’de 6 ayda 3,5 milyon TL net kâr elde edebilir?
Reel sektör tarafından, güneşli havada müşterilerine şemsiye verip yağmur başladığında verdiği o şemsiyeyi geri almakla itham edilen bankaların bu yüksek kârlılıkları dikkat çekici. Çok haksız ve sert bir eleştiri değil bu, güneşli havada verdiği şemsiyeyi yağmuru bile beklemeden, hava karardığında geri alan bankaların örneklerini ülkemizde maalesef yakın zamanda gördük. 2008’in ikinci yarısında Amerika’da mortgage (konut kredileri) krizi ile patlak veren ve akabinde tüm dünyaya sıçrayan son yaşadığımız bankacılık krizinde, ticari kredi verdiği firmaya 3 gün sonra dönüp “aldığın krediyi hemen kapatacaksın, tüm borcunu hemen ödeyeceksin” diyen ve çalıştığı firmayı epey zor durumda bırakan bankalar maalesef görüldü. Kayseri’nin göz bebeklerinden 75 yıllık tekstil imalatçısı ve ihracatçısı Karartaş Grubu’nun kredilerini 6 ay erken çağırarak fabrikalarda üretimin durmasına, binlerce insanın işsiz kalmasına ve grubun bir şirketinin haraç mezat icradan satılığa çıkarılmasına neden olan iki özel banka örneği unutulacak gibi değil. (bankalar, bireylerin kullandığı konut, taşıt gibi tüketici kredilerini ise erken ödemeye zorlayamazlar, kanunen, tüketici kredilerinin taksitleri erken ödenebilmekle birlikte, taksitin vadesi ne zaman ise o zaman ödenir)
Dünya ekonomisi en büyük finansal ekonomik buhranlarından birini henüz atlatamamışken, gelişmiş ülkelerin batmaz denilen bankalarının dahi tel tel döküldüğü bir zamanda bizim bankalarımızın bu yüksek kârlılıklarının sırrı ne? Bu sorunun temelde iki cevabı var: ilki, 2001 krizinden itibaren bankaları denetleyen kurumun (BDDK) oldukça etkin bir düzenleme ve denetleme yaparak sektöre çeki düzen vermesi, ikincisi, banka müşterilerinin, kurumsal müşterilerin dahi, maalesef henüz yeterli bilince ulaşamamış olması! Bu ikinci etken üzerine biraz konuşmakta ve konuyu örneklendirmekte fayda var.
Bankaların sürekli daha da yüksek kâr elde etme hırsı, o bankanın, müşterilerinden gayrı ahlaki, etik olmayan yollardan kazanç elde edebilmek için fırsat kollamasına neden oluyor. Bu konuda denetleyici kurumdan ziyade biz müşterilere görev düşüyor aslında; bu tarz çalışmaya yatkın bankaları diğerlerinden ayıklamak ve bu bankalarla çalışmamak yapabileceğimiz, yapmamız gereken en temel ve haklı eylem. Bunu somut örneklerle açabiliriz; sektördeki dört büyük banka milyonlarca müşterisinden yıllık ortalama 70 TL (evet, yetmiş Türk Lirası!) hesap işlem ücreti adı altında etik olmayan ücretler alıyor ve bunları gelir olarak yazıyorlar. O kadar ki, bu yıl ilk 6 ayda 2 milyar TL’ye yakın net kâr açıklayan bankanın bu kârının yaklaşık 1 milyar 100 milyon TL’si bu ve benzeri gelirlerden oluşuyor. Bir başka örnek ise internet-telefon bankacılığı vasıtasıyla yapılan para gönderme (EFT) işlemlerinden alınan ücretler. Yine sektör lideri bu dört büyük banka, internetten yaptığımız bu tür işlemlerden minimum 3 TL, telefon bankacılığından yaptığımız işlemlerden ise minimum 15 TL ücret alıyorlar. Ticari fon kullandırımlarda, kullandırdığı fonu geri çağırmayacağını, müşterisine “kredi borcunun kalan tüm taksitlerini hemen ödeyeceksin” demeyeceğini taahhüt eden, hesap işletim ücreti almayan, internetten ve telefon bankacılığı vasıtasıyla yapılan işlemlerden komisyon vs almayan bankalar da sektörde faaliyet göstermekte iken, bizim müşteri olarak diğerlerini tercih etmemiz ne kadar mantıklı? Bankayla işimiz olduğunda bizden etik dışı veya rekabet dışı ücretler talep eden, bunun yanı sıra kaliteli bir hizmet de sunamayan bu tür bankaların gönüllü müşterileri olup, yazın sıcağında kışın soğuğunda kapılarında kuyruk olmaya gerek yok. 32’si mevduat ve 4’ü katılım bankası olmak üzere toplamda 36 finansal kuruluşun yer aldığı ve yoğun bir rekabetin yaşandığı bu sektörde hiçbir banka vazgeçilmez değil. Bilinçli bir müşteri olarak bankalarla çalışmadan evvel bankamızı dikkatlice seçmek durumunda olduğumuz ise âşikâr. Türk Ticaret Kanunu’nun tüccarda bulunması gereken özelliklerden biri olarak ifade ettiği “basiretli olma” vasfı, bazı bankaların değil, sektördeki tüm bankaların da sahip olması gereken bir vasıf olmalıdır. Biz müşteriler ise bankaların bu vasfı edinmelerinde en önemli faktörlerden biriyiz. Bilinçli olalım, müşterisini “kazan-kazan” mantığıyla iş yaptığı bir ortağı olarak gören, etik bankacılık yapan bankalarla çalışalım, çalıştığımız bankayı bu kriterlere göre yeniden değerlendirip bankamızı iyi seçelim.